11 Temmuz 2021 Pazar

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser.i

 Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser

Osmanlı Devletinin son dönemlerinde, çeşitli ülkelerden gelen arkeologlar, özellikle Ege Bölgesi'nden irili ufaklı binlerce eser yurt dışına kaçırdı. Hatta tarihi eserleri kaçırmak için Efes civarında rayla döşendiği dahi biliniyor

114

Osmanlı Devletinin son dönemlerinde, çeşitli ülkelerden gelen arkeologlar, özellikle Ege Bölgesi'nden irili ufaklı binlerce eser yurt dışına kaçırdı. Hatta tarihi eserleri kaçırmak için Efes civarında rayla döşendiği dahi biliniyor. İşte Türkiye'den gizlice kaçırılan ve görenlerin küçük dilini yutturacak cinsten 10 muhteşem eser...

Milet Güney Agora Kuzey Kapısı - Berlin müzesi: Aydın ili, Söke ilçesi, Balat köyünde bulunan, kazılara ilk defa Berlin Müzesi Müdürlerinden Schoene tarafından başlanan ve bunu 1896 yılında T. Wiegand’ın yaptığı kazının izlediği Miletos antik kentinde yapılan kazılarda ele geçen bazı eserler, Sultan II. Abdülhamid’in emriyle Almanlara hediye edilmiştir.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
214

Bu kazılar sırasında bulunan M.S. 2. Yüzyıla ait anıtsal Güney Agora Kapısı bugün Berlin Pergamon Müzesi’nde sergilenen en önemli eserler arasında yer almaktadır.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
314

Pergamon'daki Zeus Sunağı ( Bergama) Berlin müzesi Bergama Zeus Sunağı ya da Zeus Altar'ı MÖ 2. yüzyılda, Kuzey Batı Anadolu'da, İzmir'in kuzeyinde bulunan antik Pergamon şehrinde Pergamon Krallığı'nı yöneten Attalos hanedanı tarafından yaptırılmış mermerden anıtsal dinsel yapıdır. At nalı biçimdeki yapı Bergama Akropolü üzerinde bulunur. 35,64 m genişliğinde 33,4 m derinliğindedir. Yapının ön tarafında bulunan merdivenler 20 mt genişliğindedir.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
414

Dışında ve iç mekanlarında bulunan mermer kaplama üzerindeki freskler sanat tarihinin en önemli yapıtları arasında sayılır. Dış cephe freskleri antik Helen dünyasının Olympos tanrıları ile devler -Gigantlar- arasındaki savaşı, iç alandaki freskler Pergamon'un kuruluş söylecesi olan Telefos söylencesini anlatır.Bu görkemli yapının kalıntıları 1870'li yıllarda Alman mühendisi Carl Humann tarafından, o zamanın Prusya'sına götürülmüştür. Bugün, Berlin'de bulunan Pergamon (Bergama) Müzesi'nde sergilenmekte ve her yıl binlerce insan tarafından ziyaret edilmektedir.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
514

Athena Tapınağı Propylonu (Bergama ) - Berlin müzesi

II. Eumenes dönemine ait olan ( M.Ö. 197 - 159 ) Pergamon Athena Tapınağı Propylon girişi Berlin Müzesinde tutulmaktadır.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
614

Nereidler ANITI (Ksanthos) - British müzesi Ksanthos Kentinde M.Ö.400 yıllarında yapılmış olan bu esere sütunları arasındaki 12 adet Nereid heykelinden dolayı Nereidler Anıtı denmektedir.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
714

Troya (Truva) Hazineleri M.Ö. 1200 lerde yapılan Troya savaşında Akhaların başkumandanı olan Agamemnon Maskı gerçekte kendisinden 300 yıl önce yaşamış bir prense aittir.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
814

Mykene'de yapılan kazı çalışmaları esnasında gün ışığına çıkan eser günümüzde Atina Milli Müzesinde bulunmaktadır.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
914

Resimde görülen aklınlık, küpe vb. diğer Troya hazinelerinin tamamına yakın bir kısmı ise Rusya'dadır.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
1014

Üç Güzeller Mozaiği - Paris Louvre müzesi Hera, Athena ve Aphrodite'nin Parisin hakemliğinde İda dağında yapmış oldukları güzellik yarışmasını gösteren mozaik M.S. 2.yy ait olup Antakya'da bulunmuştur. Günümüzde ise Paris Louvre Müzesinde sergilenmektedir

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
1114

Dionysos Mozaiği ( Antakya ) Amerika Worcester Müzesi Hermes çocuk Dionysos'u kucağında taşımaktadır. Antakya'da bulunan M.S.4.yy tarihlenen mozaik Amerika Worcester Müzesinde bulunmaktadır.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
1214

Aphrodisias-İhtiyar Balıkçı Heykeli - Berlin müzesi Aydın Geyre yakınlarındaki antik Aphrodisias kentinde Prof. Dr. Kenan Erim başkanlığında sürdürülen kazılar sırasında 1989 yılında Tiberius Portikosu'ndaki havuzda bir mermer baş bulundu. Bulunan başın, 1904 yılında Fransız arkeolog Paul Gaudin tarafından yürütülen izinli kazılar sırasında bulunarak gizlice yurt dışına kaçırılan ve daha sonra Berlin Pergamon Müzesine satılan gövdeye ait olduğu tespit edildi.

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
1314

Beyhekim Camii’nin çini mozaikli mihrabı Konya'nın Selçuklu ilçesi Beyhekim Mahallesi'ndeki Beyhekim Camii'nin çini mozaikli mihrabı, 1907'de Almanya'nın Konya Konsolosu Dr. J. H. Loytvedin tarafından onarım bahanesiyle numaralandırılarak yurt dışına kaçırılmıştı. Eser, hala Berlin'deki Pergamonmuseum (Bergama Müzesi)'da İslam Eserleri bölümünde sergileniyor ve Türkiye'ye iadesi için 1991'de Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla başlatılan çalışmalar devam ediyor

Türkiye'den yurt dışına kaçırılan 10 tarihi eser
1414

Hacı İbrahim Veli Türbesi Sandukası Hoca Ahmet Yesevi'nin Anadolu'yu aydınlatmak için gönderdiği şeyhlerin torunlarından olan Şeyh Hacı İbrahim Veli'nin türbesi, Konya'nın Akşehir ilçesine bağlı Alanyurt (Maruf) köyünde bulunuyor. Türbede bulunan ve ceviz ağacının gövdesinden oyma tekniğiyle yapılmış işlemeli sanduka, 1905 yılında çalınarak Almanya'ya götürüldü. İadesi için görüşmelerin sürdüğü eser, Berlin'de Doğu Asya ve İslam Sanatları Müzesinde sergileniyor.

Anadolu'dan Koparılıp Yurt Dışına Kaçırılan Tarihi Eserlerimiz

19. yüzyılla birlikte özellikle Avrupa'da arkeoloji son derece moda olmaya başladı. Bilimsel kazılardan ziyade bu işi amatörce yapanların sayısı oldukça fazlaydı ve herkes birbiriyle yarışıyordu. Arkeolojiye merak saran bu amatör kişiler gözlerini Osmanlı sınırları içerisinde kalan Mısır ve Anadolu topraklarına dikmişlerdi bile. Mısır kadar kadim uygarlıklara ev sahipliği yapan Anadolu toprakları, asırlarca bu medeniyetlerden kalanlara ev sahipliği yapıyordu. Ta ki Avrupalılar gelip de bu değerleri kazmaya, yerlerinden kesip, kopartıp almaya başlayana kadar.
Kimi padişahtan izin alarak kazıları yapıp kaçırıyordu, kimisi gizli gizli alıp gidiyordu, kimisine de hediye ediliyordu. Ancak günün sonunda bu kadim toprakların değerleri olması gerektiği yerlerde olmayıp, dünyanın çeşitli yerlerine kaçırılmıştı. Osmanlı'nın son zamanlarında, çeşitli ülkelerden gelen arkeologlarla, araştırmacılarla ve turistlerle başlayan bu yağmalama akını Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk dönemlerine kadar devam etmiştir. Bu süre zarfında yapılan kazılar sonucunda gün yüzüne çıkan ve yurt dışına götürülen bu tarihi değerlerden birkaçını sizler için bu yazımızda içimiz acıyarak listelemeye çalıştık. Bu listeye sığmayan ve halen yurt dışında olup da sizlerin bildiği eserlerimizi yazının altına yorum yaparak bizlere de hatırlatabilirsiniz.

1 – Pergamon Antik Kenti – Zeus Sunağı / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

Zeus Sunağı


 
Yüzlerce medeniyete ev sahipliği yapmış yerlerden biri olan İzmir'in Bergama ilçesi sınırları içinde kalan antik Pergamon şehrinin tamamı mermerden yapılmış ve şehrin en görkemli şaheserlerinden biri olan ‘Zeus Sunağı' artık yerinde yok. Sunağın olduğu yerde sadece 8 basamaklı temel var. Kral 2. Eumenes'e milattan önce 2. yüzyılda bir suikast düzenlenir ve suikasttan sağ olarak kurtulur. Bunun üzerine kral, başta Zeus ve Athena olmak üzere tüm tanrılar adına hem içi hem de dışı kabartmalarla süslenmiş olan bu sunağı inşa ettirir. Helenistik dönemin heykeltıraşlık betimlemeleriyle bezeli bu tapınağın dış cephesindeki kabartmalarda mitolojik bir savaş olan (Gigant) Gigantomakhia Savaşı, yani halkın devlerle olan savaşı betimlenmiş olup iç cephesinde ise Pergamon Krallığı'nın kurucusu olan Telephos'un hayatı işlenmiştir. Sunak, 1870'li yıllarda Alman mühendis Carl Humann tarafından o zamanlar Prusya olan bölgeye götürülmüştür. Bugün ise Berlin'de bulunan Pergamon (Bergama) Müzesi'nde tüm heybetiyle sergilenmektedir.

2 - Pergamon Antik Kenti - Athena Tapınağı Propylonu / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

Athena Tapınağı



Milattan önce 2. yüzyılın başlarında kral 2. Eumenes tarafından Pergamon Antik Kenti'ndeki Akropolis'e inşa ettirilen Athena Tapınağı'nın propylon yapısı da yurt dışına götürülen eserlerimizden. Yapı iki kattan meydana gelmektedir. Yapının alt katında yer alan dört tane 'Dor sütun' dikkat çekmektedir. Üst katta kral Eumenes'in Athena Nikephoros'a adına sunduğu bir yazıt vardır. En üst katta ise 4 adet İon sütunu ve sütunlar arasında kalan yerde de savaş silahlarıyla kalkanların yer aldığı kabartmalar görülmektedir. Yapı 19. yüzyılda o zamanki adıyla Prusya olan şimdiki Almanya'ya götürülmüştür. Bu yapı da yine Berlin'deki Pergamon Müzesi'nde sergilenmektedir.

3 – Milet Antik Kenti - Agora Kapısı / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

Milet agora kapısı



Milet Antik Kenti'nin pazar yeri kapısı Aydın'ın Söke ilçesi sınırları içinde kalan Balat Köyü'ndeki kazılarla gün yüzüne çıkmış eserlerdendir. Buradaki kazı çalışmaları ilk defa dönemin Berlin Müzesi müdürü olan Schoene tarafından başlamış. Sonrasında ise bu kentteki kazılara 1896 yılında T. Wiegand devam etmiş. Burada yapılan kazılarda çok değerli eserler gün yüzüne çıkartılmış ve maalesef çıkartılan eserlerden bazıları, dönemin padişahı 2. Abdülhamid'in fermanıyla kazıyı yapanlara hediye edilmiş. Bunun üzerine yaklaşık 750 ton ağırlığında olduğu düşünülen bu görkemli kapı 1907 yılından itibaren H. Knackfuss ve T. Wiegand tarafından parça parça Almanya'ya taşınmaya başlanmış.

4 - Xanthos Antik Kenti - Nereidler Anıtı / Londra British Müzesi – İngiltere

Nereidler Anıtı



Bir Likya kenti olan Xanthos ya da Ksanthos kentinden alınarak götürülen anıtın M.Ö. 420 - 390 yılları arasında inşa edildiği düşünülmektedir. Yüksek bir podyum üzerindeki bu görkemli anıtın her bir sütunu arasında 12 tane Nereid heykeli, cella duvarı ve podyum üstünde de kabartmalı kuşaklar olduğu görülmektedir. Anıta adını sütunların arasındaki Nereid heykelleri vermiştir. İon yaşamına ve o dönem kent savunmasına dair betimlemelerle bezeli anıt Likya'nın heykel sanatının da en önemli eserleri arasında gösterilmektedir. Bu görkemli anıt kazılarla gün yüzüne çıkarılır ve İngilizler tarafından yerinden sökülür. Sökülen her parça götürülmek için hazırlanır. Antalya'da yerinden sökülüp götürülen Nereidler'in olduğu yerde artık bomboş bir tepe görülmektedir. Eser günümüzde British Müzesi'nde sergilenmeye devam etmektedir.

5 - Xanthos Antik Kenti - Payava Lahdi / Londra British Müzesi – İngiltere

Payava lahdi



Likya'nın önemli kentlerinden olan Xanthos Anitk Kenti'nden alınıp Londra'ya götürülen eserlerden biri de Payava Lahdi'dir. Aslında bu şehirden alınan tüm eserlere ‘Likya Mermerleri' adı verilmektedir. Bu kent 1838 yılında yaşamış bir İngiliz aristokrat olan Sir Charles Fellows tarafından bulunmuş. Fellows bu şehri keşfederken aldığı notlarda Xanthos'da büyük miktarda kıymetli kabartmalar bulduğundan bahsetmiş. Bu şehrin mermer kabartmalarını, Psrthenon mermerleriyle kıyaslamış ve ne kadar değerli olduğunu görmüş. Bu değerlendirme üzerine de kabartmaların Londra'ya getirilerek ‘British Museum' sınırları içinde korunması gerektiğine kanaat getirmiş. Kanaat getirdiği bu kararla da Osmanlı'dan bir ferman çıkartarak bu antik kentten birçok değerli eseri İngiltere'ye taşımaya başlamış. Bu arada ‘Likya Mermerleri' adı altında toplanarak götürülenler arasında; Nereidler Anıtı, Payava Lahdi, Harpy Anıtı, Merehi ve Aslanlı Mezar'ı sayabiliriz. Bu değerli eserler oldukları yerlerden tümüyle ya da gövdelerinden kesilerek büyük kasalara konulmuş. Toplamda 78 adet büyük kasa içine sığdırılan eserler bir savaş gemisine yüklenmiş, Londra'ya götürülmüş.

6 – Aphrodisias Antik Kenti - İhtiyar Balıkçı Heykeli Gövdesi / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

İhtiyar balıkçı haykeli



19. yüzyılın sonlarında Afrodisias Antik Kenti'nde kazılar ve yağmalamalar durmadan devam ediyordu. Yıl 1904 olduğunda da adına ‘İhtiyar Balıkçı Heykeli' denen heykelin gövde bölümü o dönemde Afrodisias'taki Hadrian Hamamı'nın olduğu yerde kazıları yapan Paul Gaudin tarafından yurt dışına çıkarılarak satılmış. Heykel şu an Almanya'nın başkenti Berlin'deki Pergamon Müzesi'nde. Gövdenin 33 cm. boyutunda ve 5 kg ağırlığındaki baş ve kolları ise 1989'da Afrodisias Antik Kenti kazılarını yöneten Prof. Dr. Kenan Erim tarafından Güney Agora Havuzu'nda ele geçirilerek gün yüzüne çıkarılmış ve müze deposunda koruma altına alınmıştır. 1991 yılından bu yana İhtiyar Balıkçı Heykeli'ni halen bulunduğu Almanya'dan geri getirebilmek için çalışmalar devam etmektedir. Bundan 50 yıl önce bu topraklardan kaçırılan ve İsviçre gümrüğünde ele geçirilerek geri getirilen Herakles Lahdi gibi İhtiyar Balıkçı Heykeli'nin de en kısa sürede ait olduğu topraklara dönemesini dört gözle beklemekteyiz.

7 - Milet Antik Kenti - Traianus Tapınağı Ön Cephesi / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

Traianus


Almanya'ya taşınan değerleri eserlerimizden biri de Traianus Tapınağı'nın görkemli ön cephesi. Bu haliyle bile bakınca tüm görkemini korumaya devam eden eser 1903 yılında Milet'te kazı yapan Alman T. Wiegand ve H. Knackfuss tarafından yerinden yavaş yavaş sökülerek Almanya taşınmış. Bu sırada yapılan kazılar esnasında ayrıca Milet Antik Kenti meclis binası önünde yer alan üç yüzlü mermer anıt da bu eserlerle beraber Almanya'ya götürülmüştür. Fotoğraf: Aktüelarkeoloji.com

8 – Knidos Antik Kenti – Knidos Aslanı / Londra British Müzesi – İngiltere

Knidos aslanı



1857 yılından itibaren Datça'da yer alan ve bir Karya kenti olan Knidos Antik Kenti'nde ilk planlı ve geniş kapsamlı kazılar Vice-Consul Sir Charles Thomas Newton ile başlamış. Bu kazıların yapılmasına izin veren Osmanlı zaman zaman kazıları desteklemiştir. Ekibe kazılar esnasında sağlanan geniş olanaklarla birlikte bu antik şehrin en önemli yapıları gün ışına kavuşmuştur. Kazılar esnasında ortaya çıkarılan bazı eserler arasında Aslanlı Mezar Anıtı, Demeter Kutsal Alanı, Musalar Kutsal Alanı, Nekropol Alanı, Odeon ve Küçük Tiyatro sayılabilir. Bu eserler arasında gün yüzüne çıkarılanlardan büyük bir kısmı İngiltere'nin başkenti Londra'daki British Museum'a götürülmüş. Knidos Aslanı da götürülen bu eserlerin başında gelmektedir. Knidos Aslanı'nın ait olduğu topraklara geri gelmesi için çalışmalar ve başvurular hala devam etmektedir.

Yemek denemeleri



 Semiz otu,salatalık,sarmisak ve yoğurt ile yaz yemegi serin serin ve sağlıkli güzel oldu.

SEMİZOTUNUN 10 ÖNEMLİ FAYDASI

semizotu

Kalbi koruyor
Doymamış yağ asitlerinden; özellikle omega-3 yağ asitleri, a-linolenik asit, EPA, DHA, glutatyon, glutamik asit ve aspartik asit bakımından zengin olan semizotu, bu özelliklerinden dolayı kalp damar sağlığını koruyucu etki gösteriyor.

Kötü kolesterolü düşürüyor
İçeriğindeki zengin bileşenler sayesinde kötü kolesterolün düşürülmesine yardımcı olduğu gibi, kan basıncının dengelenmesinde önemli rol oynuyor.

Hastalıklardan koruyor
Bakteri ve mantar üremesine karşı koruyucu etkiye sahip olduğundan vücudu hastalık yapıcı mikroorganizmalara karşı koruyor.

Kanserin beslenme tedavisinde öneriliyor
Antioksidan ve antiinflamatuar etkisinden ötürü bağışıklık sistemini güçlendiriyor ve kanser gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde de kullanılıyor.

Böbrekte kum ve taşı döküyor
Beslenme ve Diyet Uzmanı Şengül Sangu Talak “İdrar söktürücü ve toksin temizleyici özelliğe sahip olan semizotunun, böbrekteki kumu ve taşı döktüğü, dizanteri ve hemoroid problemlerinde olumlu etki gösterdiği çalışmalar ile kanıtlanmıştır” diyor.

Kabızlığı önlüyor
Baharın şifalı besini, içerdiği yüksek oranlı lifiyle kabızlığı önlüyor, kabızlık çekenlere bağırsakları çalıştırarak fayda sağlıyor.

Salatalığın Faydaları Nelerdir?

- Salatalık önemli bir besleyicidir.
- Salatalığın içerisinde yağ ve kalori oranı düşüktür.
- C ve K vitamini deposu olan salatalık önemli bir besleyicidir.
- Salatalık güçlü bir antioksidan olduğu için kansere karşı önemli bir koruma sağlar.
- Günlük beslenmede salatalık önemli bir yere sahiptir.
- Salatalık vücudun su ihtiyacının yüzde 96'sını oluşturmaktadır.
- Salatalık tüketimi vücudu arındırmaktadır.
- Salatalık genel olarak güçlü bir idrar söktürücüdür. Bu nedenle salatalık ciğerleri, bağırsakları ve kandaki toksinleri temizlemede kullanılır.
- Lifli meyvelerden olan salatalık kilo vermeye de çok yardımcı olur.
- Salatalık içerisinde bulunan K vitamini sayesinde kemikleri güçlendirirken kanın pıhtılaşmasını da önler.
- Salatalık genel olarak regl döneminde tüketildiğinde kadın sağlığı için çok faydalıdır.

10 Temmuz 2021 Cumartesi

 Dr.Neva Çiftçioğlu

 

NASA’da Çalışmış Ama Türkiye’de İş Bulamamış Bilim İnsanı: Neva Çiftçioğlu

1963 yılında Erzurum’da doğdu. Bir memur ailenin kızı olarak dünya’ya geldi. İlköğretim ve lise öğrenimini devlet okullarında okudu. 1985 yılında Hacettepe Üniversite’si Biyoloji Bölümü'nden mezun oldu.

Ankara Tıp Mikrobiloji Bölümü’nde doktora yaptı. Astım hastalığı üzerine hazırladığı tezi o zamanın bölüm başkanı tarafından kabul edilmedi. Bu olaydan birkaç yıl sonra aynı tez, tıp dünyasının 3 büyük dergisinden birinde yayınlandı. Finlandiya’ya giderek orada doçentlik unvanını aldı. Finlandiya’da doçent ünvanını alan ilk Türk oldu.

Nasa (Amerika Uzay ve Havacılık Dairesi) ile birlikte çalışarak bulduğu bu mikrop çeşidinin özellikleri Mars’tan dünyaya düşen bir taş ile aynı özelliklere sahip olduğunu fark etti. Daha sonra NASA’dan birlikte çalışma teklifi geldi. NASA’da çalışmaya başladı.

Keşfettiği bu buluşu sayesinden dünyanın her yerinden davetler ve ödüller aldı. Bugüne kadar 10 uluslararası ödüle layık görüldü.




HAKKINDA YAZILANLAR

Nanobakteri buluşu ve Neva Çiftçioğlu
Durmuş Karamanoğlu
12 Temmuz 2004

Doç.Dr. Neva Çiftçioğlu, "Avrupa'nın Japonyası" sayılan Finlandiya'da doçentlik unvanını alan ilk yabancı oldu.

Kireçlenmelerin müsebbibi bir mikrobu buldu: Nanobakteri! Bu buluşu nedeniyle dünyanın her yerinden davetler, ödüller aldı.

Aynı mikrobu Mars'ta keşfeden Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) onu birlikte çalışmaya çağırınca 2.5 yıldır ABD'nin kalbine girmeyi başaran tek Türk kadını oldu.

Önümüzdeki yıllarda da kalp ve böbrek hastalıklarının teşhisine ilişkin, patenti yüzlerce milyon dolar değerindeki önemli bir buluşu açıklanacak. Ama Türkiye onu tanımıyor. Şu ana kadar Türk yetkililerden aldığı tek bir tebrik bile yok. Yıllar önce tezini çöpe atan Türk üniversiteleri hala birlikte çalışma teklifini kabul etmiyor. Bilim dünyasında ona "Türklüğünden vazgeç, daha çok parla" diye akıl verenlere ise inatla "Asla" demeye devam ediyor.

Siz neyi keşfettiniz?

Finlandiya'ya gittiğim sıralarda söz konusu bakteri problemini bulmuşlardı ama ne olduğunu bilmiyorlardı. Ben onların bulduklarının aslında ne olduğunu bulup, onlara bunu göstermenin yolunu buldum. Meğerse bütün vücuttaki tıkanıklıklar, kireçlenmeler bir mikrop yüzünden oluyormuş; ben buna "nanobakteri" nin neden olduğunu ortaya çıkardım.

Türk olduğunuz için hiç tepki aldınız mı?

Türk olmam kadın olmamdan da büyük sorun oldu. Zaten benim Türk olduğum hiç anılmadı Finlandiya'da. Vatandaşlık başvurusu bile yapmamış olmama rağmen beni hep bir Finli gibi tanıttılar dünyaya. Mesela NASAya giderken Finlandiya'daki bir gazete "NASA'ya giden ilk Finli" diye başlık attı. 1996'da bütün başarılı bilim insanlarının bulunduğu bir törene çağrıldım; törende Türk bayrağının altına gittiğimde beni oradan alıp, Finlandiya bayrağının altına aldılar. Ve o kadar ağrıma gitti ki bu...

NASA sizi nasıl keşfetti?

Finlandiya Hükümeti, buluşumu bilim dünyasına açıklamakla görevlendirip 1996'da beni ABD'ye gönderdi. New York'taki Cold Spring Harbor Labratories'e gittim. Burası dünyanın dört büyük laboratuvarından biridir ve böylece NASA'nın da buluşumdan haberi olmuş oldu. Meğerse onlar da o tarihlerde aynı bakteriyle Mars'ta karşılaşmışlar?

İnsanlarda kireçlenmeye neden olan mikrobun aynısı Mars'ta da mı var yani?

Mars'tan düşen bir taşta karşılaştıkları bakteriyle benim bulduğum bakterinin şekilleri, boyutları aynı çıktı. Bunun üzerine birlikte bir enstitü kurduk: Astrobiology Institute. Çalışmaların sonunda NASA baktı ki uzaktan doğru olmuyor, beni kendi içine çağirdı.

NASA'ya 11 Eylül saldırısından bir ay sonra girmişsiniz. Sizi hemen aralarına kabul ettiler mi?

Zaten o kadar çok araştırma, hatta sizin haberiniz bile olmadan o kadar çok kişilik testi yapıyorlar ki aralarına girdiğinizde artık sizi kabul etmiş oluyorlar. Mesela nasıl bir Müslüman olduğumu tam olarak anlayamamakla birlikte son derece saygılılar. Diyelim ki bir yemeğe gittiğimizde benim önüme hiç uyarmama bile gerek kalmadandomuz eti konmamış farklı bir mönü gelir. Soran olursa da "Neva tavuk seviyor" diye geçiştirirler.

Aldığınız nefesi bile izliyorlar mıdır sizce?

Evde dahi izlendiğimi biliyorum. Hatta kimilerine göre uydu aracılığıyla şu anda nerede olduğumdan bile haberleri var. Çıktığı gün bu röportajdan da haberleri olur, konuştuklarımız incelemeye alınır.

Türk kimliğiniz Müslüman olmanızdan daha büyük sorun galiba?

Bakın ben aynı zamanda bulduğum bakteriyle ilgili olarak ABD'de büyük bir firmanın da sahiplerinden biriyim. Firmanın CEO'su olan kişi bana daha iki hafta önce "Senin Türk olmandan yoruldum" dedi ve bana ABD vatandaşlığına geçmemi önerdi. Zaten bunu herkes söylüyor.

Çünkü bir Türk olarak vize almanız çok zor; NASA çalışsanız bile zor.

Vazgeçmeyi düşündünüz mü?

Türklüğümden mi? Asla! Ben milliyetçi olduğumu bilmezdim ama dışarıda kalınca insan ülkesinde kızdığı şeyleri bile özler hale geliyor.

Peki Türkiye sizi, sizin Türkiye'yi sevdiğiniz kadar seviyor mu?

Zaten yurt dışında asıl hayret ettikleri de bu: "Sana hiç kimse sahip çıkmıyor. Sen neden Türk olmak da ısrar ediyorsun?" diye soruyorlar.

NA-SA'ya mı girdi? Aferin demek Sabancı'da başladı! Anne ve babamın çevresi benim ne iş yaptığımı bir türlü anlayamıyor. Kalp üzerinde mi çalışıyorum, böbrek mi yoksa Mars mı? Mesela babama bir tanıdığı ne yaptığımı sorup, "NASA'da" yanıtını alınca "Ya aferin, demek Sabancı'da başladı!" demiş.

Pes dedirten olaylar

Doçentliğimi Ankara değil Finlandiya verdi Ankara Tıp Fakültesi'nde asistanım, doktoramı bitirmek üzereyim. Astım hastalığı üzerine bir tez hazırlayıp hocalarıma sundum. O zaman bölüm başkanı olan bir hocamız hastaların yanındayken tezimi aldı, yüzüme baktı ve sonra "Bu tez çöpe atılır" deyip herkesin gözü önünde kapağını bile kaldırmadığı tezimi çöpe attı. O çöpe atılan tezim birkaç yıl sonra tıp dünyasının üç büyük bilimsel dergisinden birinde yayınlandı. Ankara bana doçentliğimi vermedi. Sırf bu yüzden Finlandiya'da doçentlik unvanım alan ilk yabancı oldum.

Proje önerdim 'iş mi arıyorsun' dediler Finlandiya'da bakteri çalışmalarını yaparken Bilkent Üniversitesi Rektörü ve Genetik Bölümü'ne başvurarak "Gelin bunu birlikte yapalım. Patenti Türkiye'ye ait olsun" dedim. Bana gelen yazılı yanıtı hala saklıyorum: "Siz galiba iş arıyorsunuz" deyip, önerimi kabul etmediler. Hacettepe Tıp'a da aynı öneride bulundum. Orası da "Bu bizi aşar" yanıtını verdi. Oysa Finlandiya'da yaptığım her şeyi Türkiye'de de yapabilirdim ama neden bilmiyorum kabul etmek istemediler.

Vatan hasreti artık dayanılmaz boyutlara ulaştığı için bir dönem Türkiye'ye dönüp Başkent Üniversitesi'nde çalışmaya başladım. Ancak
Finlandiya'daki bütün çalışmalarımı bırakıp benden mikrobiyoloji kliniğinde dışkı tahlili yapmamı istediler. Bu işi 9 ay boyunca yaptım. Sonunda Finlandiya'daki profesörüm "Orada ziyan oluyorsun" diye isyan etti ve Türkiye'ye beni almaya geldi. Başkent Üniversitesi'ne bu gelişimde 3. kez aynı teklifi götürdüm. Prof. Dr. Mehmet Haberal'a sunduğum teklif şöyle: "Şirkete ortak olun, size burada bir enstitü kurayım. ABD'deki teknolojiyi Türkiye'ye aktaralım. Şu anda prostat kanserlerinin teşhisinde kullanılan bir sistem var. Bu sistem size ABD'de birlikte çalıştığım şirketten geliyor. Yaratan benim Hocam... ABD'den gelmesin bize, bizden ABD'ye gitsin bu sistem. Gelin bunun patentini bir Türk üniversitesi alsın. 5 sene sonra bütün dünyaya gelecek bu sistem için Türkiye milyonlarca dolar ödeyecek; onlar bize ödesin." Ama Haberal üçüncü kez "Biz ortak olmayız, kendimiz yaparız" diyerek önerimi kabul etmedi. Hiçbir Türk yetkiliden tebrik almadım.

Bana yurt dışında "Everest'in tepesine bayrak diken kadın" gözüyle bakıyorlar ama bugüne kadar yaptığım hiçbir buluş, hiçbir çalışma için hiçbir Türk yetkilisinden tebrik almadım; hiçbir Türk yetkilisi tarafından aranmadım. Sadece bir kişi: Nasıl duydu bilmiyorum İskandinav Tıp Ödülü'nü kazandığım zaman Ziraat Bankası'nın eski Genel Müdürü bir tebrik kartı gönderdi; hâlâ saklarım. Elimde sadece o kart var o kadar.

Yılan balıklarının mucizevi yaşam öyküsü






 Türkiye’de başta Ege Bölgesi olmak üzere iç sularda yaşamını sürdüren yılan balıkları, mucizevi yaşam öyküleriyle dikkat çekiyor. Üreme çağına gelen yılan balıkları, metamorfoz geçirerek başladıkları yolculuğu yaklaşık 6 bin kilometre uzaklıktaki Meksika kıyılarında çiftleşme ile sonlandırıyor. Larva olarak başlayan yavruların yolculuğu ise yaklaşık 3 yıl sonra ebeveynlerinin çıktığı nehir ve göllerde son buluyor.


Ege’nin bir kıyısıyken Büyük Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlarla göl haline gelen, günümüzde kirlilik sorununu aşmak için geniş kapsamlı projelerin yürütüldüğü Bafa Gölü, sayıları her geçen gün azalan yılan balıklarına da ev sahipliği yapıyor. Dünyadaki tüm yılan balıkları gibi bu gölde de yetişkin yılan balıkları, çiftleşmek için çıkacakları uzun yolculuğa hazırlanıyor.

Ege Üniversitesi (EÜ) Su Ürünleri Fakültesi Yetiştiricilik Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Fatih Perçin’in verdiği bilgiye göre, nehir ve göllerdeki kirlilik ile baraj gibi yapılar sebebiyle Türkiye’de sayıları giderek azalan ve yılda yaklaşık 400 ton civarında avlanabildiği tahmin edilen yılan balıklarının yaşam hikayesi oldukça ilginç.

Bilim dünyası nedenini henüz çözemese de dünyadaki tüm yılan balıklarının sadece Meksika Körfezi’ndeki Sargasso Denizi’nde çiftleştiğini, bunun için dünyanın çeşitli bölgelerinden yetişkin yılan balıklarının Sargasso Denizi’ne yolculuk ettiğini ifade eden Perçin, Anadolu’da da en fazla Bafa Gölü ile Büyük Menderes, Küçük Menderes ve Gediz Nehirleri’nde yaşayan yılan balıklarının yaklaşık 6 bin kilometrelik yolculuğa çıktığını söyledi.

Yılan balıklarının Bafa Gölü’nden Büyük Menderes yoluyla Akdeniz’e, oradan da Cebelitarık’ı geçerek Meksika Körfezi’ndeki Sargasso Denizi’ne ulaştığına işaret eden Perçin, buraya ulaşan balıkların dibe daldığını, şu ana kadar yapılan çalışmalara göre 300-500 metre arasında yumurta ve spermalarını bıraktığını anlattı.

Fatih Perçin, şu bilgileri verdi: "7 ile 14 yaş arasındaki yetişkin yılan balıkları öncelikle bulundukları bölgede metamorfoz geçiriyor. Rengi kararan, yağlanan, gözleri büyüyen ve koku alma duyuları gelişen balıklar, yolculuğa hazır hale gelmeye çalışıyor. Bu gelişim tamamlandığında Şubat ve Mart aylarında yolculuk başlıyor. Göllerdeki balıklar, dereler ve küçük sular aracılığıyla denize ulaşmaya çalışıyor. Bu süreçte yüzde 20 oranında deriden de solunum yapabildiği için kayabileceği ıslaklıktaki çamur ve nemli ortamlarda karadan da ilerleyebiliyor. Ancak bu balıkların yol veya kuru toprağı uzun süre aşması mümkün değil.

Önüne çıkan engelleri aşarak açık denize ulaşan balıklar hiçbir şey yemeden yaklaşık 200 gün yolculuk ederek Sargasso Denizi’ne ulaşıyor. 4 bin 500 metreye yakın derinliğe sahip çukurları bulunan bu denizde kendilerine ait bölgelerde balıklar dibe dalmaya başlıyor. Balıkların 300 ile 500 metre arasında sperma ve yumurtalarını bıraktığı tahmin ediliyor. Şu ana kadar yapılan çalışmalarda çiftleşmeye ilişkin kesin verilere ulaşılamadı."

EVE DÖNÜŞ YOLCULUĞU

Çiftleşme sonrası ebeveynlerin yaşamları sona ererken larva biçimindeki yaşam formları, Avrupa’ya doğru olan akıntılarla sürüklenerek Sargasso Denizi’nden Akdeniz’e doğru hareket ediyor. 2 yıl süren yolculuk boyunca renksiz, defne yaprağı biçimindeki formlarından Akdeniz kıyılarında yavru yılan balığı formuna dönüşen balıklar, yolculuklarının 2,5 ile 3. yılında Türkiye kıyılarına ulaşıyor. Burada iç sulara geçmek için yağmurlu mevsimleri ve su baskınlarını bekleyen balıklar, ebeveynlerinin geldiği göl ve nehirlere dönüyor.

Perçin, Japonya, Tayvan ve Kore gibi Uzak Doğu ülkelerinde geleneksel bir öneme sahip, tüketimi çok yüksek miktarda olan balıkların, Avrupa’da da özellikle Almanya, İsveç ve Hollanda’da füme olarak tüketildiğini söyledi.

Japonya’da 120 bin ton, ABD’de 2 bin 800 ton, Avrupa’da ise 20-25 bin ton yılan balığı üretildiğini, Türkiye’de ise sulardaki kirlenme ve göç yollarının kapatılması nedeniyle 1997 rakamlarıyla 400 ton avlama yapıldığının tahmin edildiğini anlatan Dr. Fatih Perçin, uygun koşulların bulunmasına rağmen henüz yetiştiricilik yapılmadığını vurguladı.

Perçin, yılan balığının yüksek ekonomik değere sahip, ihracat potansiyeli fazla bir balık olduğunu dile getirerek, "Türkiye’de dünya talebine yanıt verebilecek bir yetiştirme tesisinin kurulması gerekiyor. Ayrıca devlet olarak da ülkemiz sularına daha fazla sayıda yılan balığının gelebilmesi için iç sulardaki kirliliğin azaltılması, baraj gibi yapılara geçiş noktaları inşa edilmeli" diye konuştu.

Bafa Gölü çevresindeki köylerden balıkçıların "Pinter" adı verilen özel ağlarla yakaladıkları yılan balıkları, toplama şirketlerine veriliyor.

Göldeki balıkçılar, kıyılara koydukları pinterleri 3-4 günde bir kontrol ediyor. Her kontrolde en fazla 25-30 kilogram balık yakalanabiliyor.



7 Temmuz 2021 Çarşamba

Napolyon kirazı




 Halk arasında “Napolyon Kirazı” denilen büyük, kırmızı ama hafif koyuya çalan harika tatlı Napolyon Kirazının adı neden Napolyon?


Güzel dilimizde bulunan bulunan birçok kelime de bulunan sözcüklerin evrilmesi yani zaman içerisinde söyleyiş ve duyumlarda söylenen yanlışlardan ötürü kelimenin değişime ve gelişime uğraması konusunda Napolyon kirazı ya da eski adıyla Apolyont kirazı da nasibini fazlasıyla almış.

Bursa şehri içerisindeki eski adı Apollion ve Apolyont olan uluabat gölünün çevresinde yetiştirilen kirazlar hem iri hem de kıpkırmızı olurmuş ve bu durum da böyle kirazların bu isimle anılmasını sağlamış. Geçen zamanda söylene söylene ünlü Fransız devlet adamı Napolyon’un ismine ulaşmış.



6 Temmuz 2021 Salı

Akdenizli İki Kardeş: Zeytin ve İğde

 






Dünyanın henüz soğumaya yeni başladığı zamanların birinde, bugün Akdeniz Havzası olarak adlandırılan bölgede koskocaman, dev bir ağaç oluşmaya başlamış.

Bu öyle bir ağaçmış ki, dalı dal değil, yaprağı yaprak değilmiş! Gövdesinin ulaştığı köklerin kolları ya nehirlerin yatağından ya da Akdeniz'in tuzlu sularından besleniyormuş. Bu dev ağaç günden güne büyüyüp irileşiyormuş irileşmesine de, bunca heybetine rağmen hiç meyve vermiyormuş.
 
Rivayet odur ki günlerden bir gün bu dev ağacın kutsal perileri, giderek büyüyen ağacın gövdesinin etrafında bir halka oluşturup başlamışlar dönmeye. Döndükçe de rüzgarın sesine karışan bir yakarış tutturmuşlar; "Ey ulu ağaç hani ya senin meyvelerin, hani ya senin meyvelerin?"


Periler, hayal edebildikleri isteklerini ağacın etrafında döndükçe birer birer sıralamışlar; "Meyvelerin ateş rengi olsun, gök rengi, kül rengi, toprak rengi olsun", bir diğeri "mor isterim ben" yine bir başkası "alaca çalsın her bir renk ama; acı tatlıyla bütünleşip, ışıklar saçsın" diyerek tavaf etmişler dev ağacın etrafında. Ağaç, devasa irilikteki dallarıyla bu yakarışın güçlü arzusunu Akdeniz ve Ege’nin en uzak ve en ücra köşelerine savurmaya başlamış. Savruldukça soğuyup yeşermiş dünya, savruldukça dalları çoğalıp bölünmüş ve yeni fidanlar olarak toprağa sıkı sıkıya tutunmuşlar.
 
Gel zaman git zaman, o dev ağacın fidanları Akdeniz Havzası'nda bir baştan bir başa kök salmış. Dağ yamaçlarına tutunanlar kararıp morarmışlar, düzlüklere tutunanlar ağarıp kızarmışlar. Rivayet bu ya; birine zeytin demişler, diğerine iğde.
 
İğde ağacı (Elaeagnus) ile zeytin ağacının (Olea Europaea) benzerliği mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Her ikisinin de yaprakları buğulu gri olup, yeşil ve mavinin türlü renk geçişlerine ev sahipliği yaparlar. Hele de biraz esinti varsa havada, geçmiş zaman perileri size türlü renklerin dansını sayısız renk skalasıyla sunarlar.


Zeytinin gri maviliği, iğdenin gri yeşilliğiyle sarmaş dolaştır dikkat edildiğinde. Zeytinin yeşil meyveleri henüz olgunlaşmamış haliyle, iğde ağacının yeşil meyvelerine çok benzer. Her ikisinin de meyve tomurcuklarının dış kabuğu üzerinde bir ton açık renkte çilleri vardır. Mahcup ergen kızların burun çilleri gibidir her ikisinin meyve yüzeyleri. Kabuğun içine gömülü çiller, iğdeye de zeytine de büyüme aşamasında yardım eden geçmiş zaman perilerinin öpücükleridir belki, kim bilir! Meyve büyüdükçe bu izler de şekil değiştirir. Zeytin meyvesi yağlanıp eti derisine tutundukça morarıp koyulaşır, iğde de önce sararıp sonra toprak renginde kızararak kabuğuyla eti arasına mesafe koyar.
 
İki ağacın biri diğerine benzeyen yan yana dallarındaki meyvelerinden koparıp ağzınıza attığınızda taze zeytin zehir gibi acı ve mavru bir tat bırakırken, iğde de hafif ekşimsi, şekerli, tıkızlığıyla ağzı buran bir uyuşukluk bırakarak zeytinin acılığını giderir. Tatlı ve acının bu kadar birbirini tamamlayarak benzeştiği iki kardeş meyveye yeryüzü krallığında rastlamak mucizesidir. İkisinin de insana, hayvana, bitki börtü böceğe, velhasıl tüm dünya canlılarına faydaları sayılamayacak kadar çoktur. Görünümleri ve tatlarındaki tamamlayıcılık; yaprak, çiçek ve çekirdek yapısında da öne çıkar. İğdenin yaprak ve çekirdeği daha uzuncayken, zeytinin yaprakları daha küt ve etli olup çekirdeği de daha dolgundur.


Bu iki kardeş meyve, Ege ve Akdeniz kıyılarında binyılların akrabalığında gururla salınırlar. Gökova Körfezi'nden, Güllük Körfezi'ne, Çandarlı Körfezi'nden Edremit Körfezi'ne bütün bir Ege sahil şeridinin vazgeçilmez güzellikleridir onlar. Bahar aylarında açan çiçeklerinin kokularıyla uyarırlar bütün bellekleri.
 
Eğer; hışırtıya benzer bir melodi duyup iğde ve zeytin ağaçları arasına sokulmak isterseniz, aman sessiz olun! Geçmiş zaman perileri, her günbatımı çok uzaklardan gelip yeryüzüne inerler ve bu kardeş ağaçların altında dans edip, iğde ve zeytin meyvelerini öpücükleriyle kutsarlar…
 
Zeytinim kararmadan,
Dallarım kırılmadan
İğde toplar gelirim
Periler dağılmadan