11 Temmuz 2021 Pazar

Anadolu'dan Koparılıp Yurt Dışına Kaçırılan Tarihi Eserlerimiz

19. yüzyılla birlikte özellikle Avrupa'da arkeoloji son derece moda olmaya başladı. Bilimsel kazılardan ziyade bu işi amatörce yapanların sayısı oldukça fazlaydı ve herkes birbiriyle yarışıyordu. Arkeolojiye merak saran bu amatör kişiler gözlerini Osmanlı sınırları içerisinde kalan Mısır ve Anadolu topraklarına dikmişlerdi bile. Mısır kadar kadim uygarlıklara ev sahipliği yapan Anadolu toprakları, asırlarca bu medeniyetlerden kalanlara ev sahipliği yapıyordu. Ta ki Avrupalılar gelip de bu değerleri kazmaya, yerlerinden kesip, kopartıp almaya başlayana kadar.
Kimi padişahtan izin alarak kazıları yapıp kaçırıyordu, kimisi gizli gizli alıp gidiyordu, kimisine de hediye ediliyordu. Ancak günün sonunda bu kadim toprakların değerleri olması gerektiği yerlerde olmayıp, dünyanın çeşitli yerlerine kaçırılmıştı. Osmanlı'nın son zamanlarında, çeşitli ülkelerden gelen arkeologlarla, araştırmacılarla ve turistlerle başlayan bu yağmalama akını Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk dönemlerine kadar devam etmiştir. Bu süre zarfında yapılan kazılar sonucunda gün yüzüne çıkan ve yurt dışına götürülen bu tarihi değerlerden birkaçını sizler için bu yazımızda içimiz acıyarak listelemeye çalıştık. Bu listeye sığmayan ve halen yurt dışında olup da sizlerin bildiği eserlerimizi yazının altına yorum yaparak bizlere de hatırlatabilirsiniz.

1 – Pergamon Antik Kenti – Zeus Sunağı / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

Zeus Sunağı


 
Yüzlerce medeniyete ev sahipliği yapmış yerlerden biri olan İzmir'in Bergama ilçesi sınırları içinde kalan antik Pergamon şehrinin tamamı mermerden yapılmış ve şehrin en görkemli şaheserlerinden biri olan ‘Zeus Sunağı' artık yerinde yok. Sunağın olduğu yerde sadece 8 basamaklı temel var. Kral 2. Eumenes'e milattan önce 2. yüzyılda bir suikast düzenlenir ve suikasttan sağ olarak kurtulur. Bunun üzerine kral, başta Zeus ve Athena olmak üzere tüm tanrılar adına hem içi hem de dışı kabartmalarla süslenmiş olan bu sunağı inşa ettirir. Helenistik dönemin heykeltıraşlık betimlemeleriyle bezeli bu tapınağın dış cephesindeki kabartmalarda mitolojik bir savaş olan (Gigant) Gigantomakhia Savaşı, yani halkın devlerle olan savaşı betimlenmiş olup iç cephesinde ise Pergamon Krallığı'nın kurucusu olan Telephos'un hayatı işlenmiştir. Sunak, 1870'li yıllarda Alman mühendis Carl Humann tarafından o zamanlar Prusya olan bölgeye götürülmüştür. Bugün ise Berlin'de bulunan Pergamon (Bergama) Müzesi'nde tüm heybetiyle sergilenmektedir.

2 - Pergamon Antik Kenti - Athena Tapınağı Propylonu / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

Athena Tapınağı



Milattan önce 2. yüzyılın başlarında kral 2. Eumenes tarafından Pergamon Antik Kenti'ndeki Akropolis'e inşa ettirilen Athena Tapınağı'nın propylon yapısı da yurt dışına götürülen eserlerimizden. Yapı iki kattan meydana gelmektedir. Yapının alt katında yer alan dört tane 'Dor sütun' dikkat çekmektedir. Üst katta kral Eumenes'in Athena Nikephoros'a adına sunduğu bir yazıt vardır. En üst katta ise 4 adet İon sütunu ve sütunlar arasında kalan yerde de savaş silahlarıyla kalkanların yer aldığı kabartmalar görülmektedir. Yapı 19. yüzyılda o zamanki adıyla Prusya olan şimdiki Almanya'ya götürülmüştür. Bu yapı da yine Berlin'deki Pergamon Müzesi'nde sergilenmektedir.

3 – Milet Antik Kenti - Agora Kapısı / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

Milet agora kapısı



Milet Antik Kenti'nin pazar yeri kapısı Aydın'ın Söke ilçesi sınırları içinde kalan Balat Köyü'ndeki kazılarla gün yüzüne çıkmış eserlerdendir. Buradaki kazı çalışmaları ilk defa dönemin Berlin Müzesi müdürü olan Schoene tarafından başlamış. Sonrasında ise bu kentteki kazılara 1896 yılında T. Wiegand devam etmiş. Burada yapılan kazılarda çok değerli eserler gün yüzüne çıkartılmış ve maalesef çıkartılan eserlerden bazıları, dönemin padişahı 2. Abdülhamid'in fermanıyla kazıyı yapanlara hediye edilmiş. Bunun üzerine yaklaşık 750 ton ağırlığında olduğu düşünülen bu görkemli kapı 1907 yılından itibaren H. Knackfuss ve T. Wiegand tarafından parça parça Almanya'ya taşınmaya başlanmış.

4 - Xanthos Antik Kenti - Nereidler Anıtı / Londra British Müzesi – İngiltere

Nereidler Anıtı



Bir Likya kenti olan Xanthos ya da Ksanthos kentinden alınarak götürülen anıtın M.Ö. 420 - 390 yılları arasında inşa edildiği düşünülmektedir. Yüksek bir podyum üzerindeki bu görkemli anıtın her bir sütunu arasında 12 tane Nereid heykeli, cella duvarı ve podyum üstünde de kabartmalı kuşaklar olduğu görülmektedir. Anıta adını sütunların arasındaki Nereid heykelleri vermiştir. İon yaşamına ve o dönem kent savunmasına dair betimlemelerle bezeli anıt Likya'nın heykel sanatının da en önemli eserleri arasında gösterilmektedir. Bu görkemli anıt kazılarla gün yüzüne çıkarılır ve İngilizler tarafından yerinden sökülür. Sökülen her parça götürülmek için hazırlanır. Antalya'da yerinden sökülüp götürülen Nereidler'in olduğu yerde artık bomboş bir tepe görülmektedir. Eser günümüzde British Müzesi'nde sergilenmeye devam etmektedir.

5 - Xanthos Antik Kenti - Payava Lahdi / Londra British Müzesi – İngiltere

Payava lahdi



Likya'nın önemli kentlerinden olan Xanthos Anitk Kenti'nden alınıp Londra'ya götürülen eserlerden biri de Payava Lahdi'dir. Aslında bu şehirden alınan tüm eserlere ‘Likya Mermerleri' adı verilmektedir. Bu kent 1838 yılında yaşamış bir İngiliz aristokrat olan Sir Charles Fellows tarafından bulunmuş. Fellows bu şehri keşfederken aldığı notlarda Xanthos'da büyük miktarda kıymetli kabartmalar bulduğundan bahsetmiş. Bu şehrin mermer kabartmalarını, Psrthenon mermerleriyle kıyaslamış ve ne kadar değerli olduğunu görmüş. Bu değerlendirme üzerine de kabartmaların Londra'ya getirilerek ‘British Museum' sınırları içinde korunması gerektiğine kanaat getirmiş. Kanaat getirdiği bu kararla da Osmanlı'dan bir ferman çıkartarak bu antik kentten birçok değerli eseri İngiltere'ye taşımaya başlamış. Bu arada ‘Likya Mermerleri' adı altında toplanarak götürülenler arasında; Nereidler Anıtı, Payava Lahdi, Harpy Anıtı, Merehi ve Aslanlı Mezar'ı sayabiliriz. Bu değerli eserler oldukları yerlerden tümüyle ya da gövdelerinden kesilerek büyük kasalara konulmuş. Toplamda 78 adet büyük kasa içine sığdırılan eserler bir savaş gemisine yüklenmiş, Londra'ya götürülmüş.

6 – Aphrodisias Antik Kenti - İhtiyar Balıkçı Heykeli Gövdesi / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

İhtiyar balıkçı haykeli



19. yüzyılın sonlarında Afrodisias Antik Kenti'nde kazılar ve yağmalamalar durmadan devam ediyordu. Yıl 1904 olduğunda da adına ‘İhtiyar Balıkçı Heykeli' denen heykelin gövde bölümü o dönemde Afrodisias'taki Hadrian Hamamı'nın olduğu yerde kazıları yapan Paul Gaudin tarafından yurt dışına çıkarılarak satılmış. Heykel şu an Almanya'nın başkenti Berlin'deki Pergamon Müzesi'nde. Gövdenin 33 cm. boyutunda ve 5 kg ağırlığındaki baş ve kolları ise 1989'da Afrodisias Antik Kenti kazılarını yöneten Prof. Dr. Kenan Erim tarafından Güney Agora Havuzu'nda ele geçirilerek gün yüzüne çıkarılmış ve müze deposunda koruma altına alınmıştır. 1991 yılından bu yana İhtiyar Balıkçı Heykeli'ni halen bulunduğu Almanya'dan geri getirebilmek için çalışmalar devam etmektedir. Bundan 50 yıl önce bu topraklardan kaçırılan ve İsviçre gümrüğünde ele geçirilerek geri getirilen Herakles Lahdi gibi İhtiyar Balıkçı Heykeli'nin de en kısa sürede ait olduğu topraklara dönemesini dört gözle beklemekteyiz.

7 - Milet Antik Kenti - Traianus Tapınağı Ön Cephesi / Berlin Pergamon Müzesi – Almanya

Traianus


Almanya'ya taşınan değerleri eserlerimizden biri de Traianus Tapınağı'nın görkemli ön cephesi. Bu haliyle bile bakınca tüm görkemini korumaya devam eden eser 1903 yılında Milet'te kazı yapan Alman T. Wiegand ve H. Knackfuss tarafından yerinden yavaş yavaş sökülerek Almanya taşınmış. Bu sırada yapılan kazılar esnasında ayrıca Milet Antik Kenti meclis binası önünde yer alan üç yüzlü mermer anıt da bu eserlerle beraber Almanya'ya götürülmüştür. Fotoğraf: Aktüelarkeoloji.com

8 – Knidos Antik Kenti – Knidos Aslanı / Londra British Müzesi – İngiltere

Knidos aslanı



1857 yılından itibaren Datça'da yer alan ve bir Karya kenti olan Knidos Antik Kenti'nde ilk planlı ve geniş kapsamlı kazılar Vice-Consul Sir Charles Thomas Newton ile başlamış. Bu kazıların yapılmasına izin veren Osmanlı zaman zaman kazıları desteklemiştir. Ekibe kazılar esnasında sağlanan geniş olanaklarla birlikte bu antik şehrin en önemli yapıları gün ışına kavuşmuştur. Kazılar esnasında ortaya çıkarılan bazı eserler arasında Aslanlı Mezar Anıtı, Demeter Kutsal Alanı, Musalar Kutsal Alanı, Nekropol Alanı, Odeon ve Küçük Tiyatro sayılabilir. Bu eserler arasında gün yüzüne çıkarılanlardan büyük bir kısmı İngiltere'nin başkenti Londra'daki British Museum'a götürülmüş. Knidos Aslanı da götürülen bu eserlerin başında gelmektedir. Knidos Aslanı'nın ait olduğu topraklara geri gelmesi için çalışmalar ve başvurular hala devam etmektedir.

Yemek denemeleri



 Semiz otu,salatalık,sarmisak ve yoğurt ile yaz yemegi serin serin ve sağlıkli güzel oldu.

SEMİZOTUNUN 10 ÖNEMLİ FAYDASI

semizotu

Kalbi koruyor
Doymamış yağ asitlerinden; özellikle omega-3 yağ asitleri, a-linolenik asit, EPA, DHA, glutatyon, glutamik asit ve aspartik asit bakımından zengin olan semizotu, bu özelliklerinden dolayı kalp damar sağlığını koruyucu etki gösteriyor.

Kötü kolesterolü düşürüyor
İçeriğindeki zengin bileşenler sayesinde kötü kolesterolün düşürülmesine yardımcı olduğu gibi, kan basıncının dengelenmesinde önemli rol oynuyor.

Hastalıklardan koruyor
Bakteri ve mantar üremesine karşı koruyucu etkiye sahip olduğundan vücudu hastalık yapıcı mikroorganizmalara karşı koruyor.

Kanserin beslenme tedavisinde öneriliyor
Antioksidan ve antiinflamatuar etkisinden ötürü bağışıklık sistemini güçlendiriyor ve kanser gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde de kullanılıyor.

Böbrekte kum ve taşı döküyor
Beslenme ve Diyet Uzmanı Şengül Sangu Talak “İdrar söktürücü ve toksin temizleyici özelliğe sahip olan semizotunun, böbrekteki kumu ve taşı döktüğü, dizanteri ve hemoroid problemlerinde olumlu etki gösterdiği çalışmalar ile kanıtlanmıştır” diyor.

Kabızlığı önlüyor
Baharın şifalı besini, içerdiği yüksek oranlı lifiyle kabızlığı önlüyor, kabızlık çekenlere bağırsakları çalıştırarak fayda sağlıyor.

Salatalığın Faydaları Nelerdir?

- Salatalık önemli bir besleyicidir.
- Salatalığın içerisinde yağ ve kalori oranı düşüktür.
- C ve K vitamini deposu olan salatalık önemli bir besleyicidir.
- Salatalık güçlü bir antioksidan olduğu için kansere karşı önemli bir koruma sağlar.
- Günlük beslenmede salatalık önemli bir yere sahiptir.
- Salatalık vücudun su ihtiyacının yüzde 96'sını oluşturmaktadır.
- Salatalık tüketimi vücudu arındırmaktadır.
- Salatalık genel olarak güçlü bir idrar söktürücüdür. Bu nedenle salatalık ciğerleri, bağırsakları ve kandaki toksinleri temizlemede kullanılır.
- Lifli meyvelerden olan salatalık kilo vermeye de çok yardımcı olur.
- Salatalık içerisinde bulunan K vitamini sayesinde kemikleri güçlendirirken kanın pıhtılaşmasını da önler.
- Salatalık genel olarak regl döneminde tüketildiğinde kadın sağlığı için çok faydalıdır.

10 Temmuz 2021 Cumartesi

 Dr.Neva Çiftçioğlu

 

NASA’da Çalışmış Ama Türkiye’de İş Bulamamış Bilim İnsanı: Neva Çiftçioğlu

1963 yılında Erzurum’da doğdu. Bir memur ailenin kızı olarak dünya’ya geldi. İlköğretim ve lise öğrenimini devlet okullarında okudu. 1985 yılında Hacettepe Üniversite’si Biyoloji Bölümü'nden mezun oldu.

Ankara Tıp Mikrobiloji Bölümü’nde doktora yaptı. Astım hastalığı üzerine hazırladığı tezi o zamanın bölüm başkanı tarafından kabul edilmedi. Bu olaydan birkaç yıl sonra aynı tez, tıp dünyasının 3 büyük dergisinden birinde yayınlandı. Finlandiya’ya giderek orada doçentlik unvanını aldı. Finlandiya’da doçent ünvanını alan ilk Türk oldu.

Nasa (Amerika Uzay ve Havacılık Dairesi) ile birlikte çalışarak bulduğu bu mikrop çeşidinin özellikleri Mars’tan dünyaya düşen bir taş ile aynı özelliklere sahip olduğunu fark etti. Daha sonra NASA’dan birlikte çalışma teklifi geldi. NASA’da çalışmaya başladı.

Keşfettiği bu buluşu sayesinden dünyanın her yerinden davetler ve ödüller aldı. Bugüne kadar 10 uluslararası ödüle layık görüldü.




HAKKINDA YAZILANLAR

Nanobakteri buluşu ve Neva Çiftçioğlu
Durmuş Karamanoğlu
12 Temmuz 2004

Doç.Dr. Neva Çiftçioğlu, "Avrupa'nın Japonyası" sayılan Finlandiya'da doçentlik unvanını alan ilk yabancı oldu.

Kireçlenmelerin müsebbibi bir mikrobu buldu: Nanobakteri! Bu buluşu nedeniyle dünyanın her yerinden davetler, ödüller aldı.

Aynı mikrobu Mars'ta keşfeden Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) onu birlikte çalışmaya çağırınca 2.5 yıldır ABD'nin kalbine girmeyi başaran tek Türk kadını oldu.

Önümüzdeki yıllarda da kalp ve böbrek hastalıklarının teşhisine ilişkin, patenti yüzlerce milyon dolar değerindeki önemli bir buluşu açıklanacak. Ama Türkiye onu tanımıyor. Şu ana kadar Türk yetkililerden aldığı tek bir tebrik bile yok. Yıllar önce tezini çöpe atan Türk üniversiteleri hala birlikte çalışma teklifini kabul etmiyor. Bilim dünyasında ona "Türklüğünden vazgeç, daha çok parla" diye akıl verenlere ise inatla "Asla" demeye devam ediyor.

Siz neyi keşfettiniz?

Finlandiya'ya gittiğim sıralarda söz konusu bakteri problemini bulmuşlardı ama ne olduğunu bilmiyorlardı. Ben onların bulduklarının aslında ne olduğunu bulup, onlara bunu göstermenin yolunu buldum. Meğerse bütün vücuttaki tıkanıklıklar, kireçlenmeler bir mikrop yüzünden oluyormuş; ben buna "nanobakteri" nin neden olduğunu ortaya çıkardım.

Türk olduğunuz için hiç tepki aldınız mı?

Türk olmam kadın olmamdan da büyük sorun oldu. Zaten benim Türk olduğum hiç anılmadı Finlandiya'da. Vatandaşlık başvurusu bile yapmamış olmama rağmen beni hep bir Finli gibi tanıttılar dünyaya. Mesela NASAya giderken Finlandiya'daki bir gazete "NASA'ya giden ilk Finli" diye başlık attı. 1996'da bütün başarılı bilim insanlarının bulunduğu bir törene çağrıldım; törende Türk bayrağının altına gittiğimde beni oradan alıp, Finlandiya bayrağının altına aldılar. Ve o kadar ağrıma gitti ki bu...

NASA sizi nasıl keşfetti?

Finlandiya Hükümeti, buluşumu bilim dünyasına açıklamakla görevlendirip 1996'da beni ABD'ye gönderdi. New York'taki Cold Spring Harbor Labratories'e gittim. Burası dünyanın dört büyük laboratuvarından biridir ve böylece NASA'nın da buluşumdan haberi olmuş oldu. Meğerse onlar da o tarihlerde aynı bakteriyle Mars'ta karşılaşmışlar?

İnsanlarda kireçlenmeye neden olan mikrobun aynısı Mars'ta da mı var yani?

Mars'tan düşen bir taşta karşılaştıkları bakteriyle benim bulduğum bakterinin şekilleri, boyutları aynı çıktı. Bunun üzerine birlikte bir enstitü kurduk: Astrobiology Institute. Çalışmaların sonunda NASA baktı ki uzaktan doğru olmuyor, beni kendi içine çağirdı.

NASA'ya 11 Eylül saldırısından bir ay sonra girmişsiniz. Sizi hemen aralarına kabul ettiler mi?

Zaten o kadar çok araştırma, hatta sizin haberiniz bile olmadan o kadar çok kişilik testi yapıyorlar ki aralarına girdiğinizde artık sizi kabul etmiş oluyorlar. Mesela nasıl bir Müslüman olduğumu tam olarak anlayamamakla birlikte son derece saygılılar. Diyelim ki bir yemeğe gittiğimizde benim önüme hiç uyarmama bile gerek kalmadandomuz eti konmamış farklı bir mönü gelir. Soran olursa da "Neva tavuk seviyor" diye geçiştirirler.

Aldığınız nefesi bile izliyorlar mıdır sizce?

Evde dahi izlendiğimi biliyorum. Hatta kimilerine göre uydu aracılığıyla şu anda nerede olduğumdan bile haberleri var. Çıktığı gün bu röportajdan da haberleri olur, konuştuklarımız incelemeye alınır.

Türk kimliğiniz Müslüman olmanızdan daha büyük sorun galiba?

Bakın ben aynı zamanda bulduğum bakteriyle ilgili olarak ABD'de büyük bir firmanın da sahiplerinden biriyim. Firmanın CEO'su olan kişi bana daha iki hafta önce "Senin Türk olmandan yoruldum" dedi ve bana ABD vatandaşlığına geçmemi önerdi. Zaten bunu herkes söylüyor.

Çünkü bir Türk olarak vize almanız çok zor; NASA çalışsanız bile zor.

Vazgeçmeyi düşündünüz mü?

Türklüğümden mi? Asla! Ben milliyetçi olduğumu bilmezdim ama dışarıda kalınca insan ülkesinde kızdığı şeyleri bile özler hale geliyor.

Peki Türkiye sizi, sizin Türkiye'yi sevdiğiniz kadar seviyor mu?

Zaten yurt dışında asıl hayret ettikleri de bu: "Sana hiç kimse sahip çıkmıyor. Sen neden Türk olmak da ısrar ediyorsun?" diye soruyorlar.

NA-SA'ya mı girdi? Aferin demek Sabancı'da başladı! Anne ve babamın çevresi benim ne iş yaptığımı bir türlü anlayamıyor. Kalp üzerinde mi çalışıyorum, böbrek mi yoksa Mars mı? Mesela babama bir tanıdığı ne yaptığımı sorup, "NASA'da" yanıtını alınca "Ya aferin, demek Sabancı'da başladı!" demiş.

Pes dedirten olaylar

Doçentliğimi Ankara değil Finlandiya verdi Ankara Tıp Fakültesi'nde asistanım, doktoramı bitirmek üzereyim. Astım hastalığı üzerine bir tez hazırlayıp hocalarıma sundum. O zaman bölüm başkanı olan bir hocamız hastaların yanındayken tezimi aldı, yüzüme baktı ve sonra "Bu tez çöpe atılır" deyip herkesin gözü önünde kapağını bile kaldırmadığı tezimi çöpe attı. O çöpe atılan tezim birkaç yıl sonra tıp dünyasının üç büyük bilimsel dergisinden birinde yayınlandı. Ankara bana doçentliğimi vermedi. Sırf bu yüzden Finlandiya'da doçentlik unvanım alan ilk yabancı oldum.

Proje önerdim 'iş mi arıyorsun' dediler Finlandiya'da bakteri çalışmalarını yaparken Bilkent Üniversitesi Rektörü ve Genetik Bölümü'ne başvurarak "Gelin bunu birlikte yapalım. Patenti Türkiye'ye ait olsun" dedim. Bana gelen yazılı yanıtı hala saklıyorum: "Siz galiba iş arıyorsunuz" deyip, önerimi kabul etmediler. Hacettepe Tıp'a da aynı öneride bulundum. Orası da "Bu bizi aşar" yanıtını verdi. Oysa Finlandiya'da yaptığım her şeyi Türkiye'de de yapabilirdim ama neden bilmiyorum kabul etmek istemediler.

Vatan hasreti artık dayanılmaz boyutlara ulaştığı için bir dönem Türkiye'ye dönüp Başkent Üniversitesi'nde çalışmaya başladım. Ancak
Finlandiya'daki bütün çalışmalarımı bırakıp benden mikrobiyoloji kliniğinde dışkı tahlili yapmamı istediler. Bu işi 9 ay boyunca yaptım. Sonunda Finlandiya'daki profesörüm "Orada ziyan oluyorsun" diye isyan etti ve Türkiye'ye beni almaya geldi. Başkent Üniversitesi'ne bu gelişimde 3. kez aynı teklifi götürdüm. Prof. Dr. Mehmet Haberal'a sunduğum teklif şöyle: "Şirkete ortak olun, size burada bir enstitü kurayım. ABD'deki teknolojiyi Türkiye'ye aktaralım. Şu anda prostat kanserlerinin teşhisinde kullanılan bir sistem var. Bu sistem size ABD'de birlikte çalıştığım şirketten geliyor. Yaratan benim Hocam... ABD'den gelmesin bize, bizden ABD'ye gitsin bu sistem. Gelin bunun patentini bir Türk üniversitesi alsın. 5 sene sonra bütün dünyaya gelecek bu sistem için Türkiye milyonlarca dolar ödeyecek; onlar bize ödesin." Ama Haberal üçüncü kez "Biz ortak olmayız, kendimiz yaparız" diyerek önerimi kabul etmedi. Hiçbir Türk yetkiliden tebrik almadım.

Bana yurt dışında "Everest'in tepesine bayrak diken kadın" gözüyle bakıyorlar ama bugüne kadar yaptığım hiçbir buluş, hiçbir çalışma için hiçbir Türk yetkilisinden tebrik almadım; hiçbir Türk yetkilisi tarafından aranmadım. Sadece bir kişi: Nasıl duydu bilmiyorum İskandinav Tıp Ödülü'nü kazandığım zaman Ziraat Bankası'nın eski Genel Müdürü bir tebrik kartı gönderdi; hâlâ saklarım. Elimde sadece o kart var o kadar.

Yılan balıklarının mucizevi yaşam öyküsü






 Türkiye’de başta Ege Bölgesi olmak üzere iç sularda yaşamını sürdüren yılan balıkları, mucizevi yaşam öyküleriyle dikkat çekiyor. Üreme çağına gelen yılan balıkları, metamorfoz geçirerek başladıkları yolculuğu yaklaşık 6 bin kilometre uzaklıktaki Meksika kıyılarında çiftleşme ile sonlandırıyor. Larva olarak başlayan yavruların yolculuğu ise yaklaşık 3 yıl sonra ebeveynlerinin çıktığı nehir ve göllerde son buluyor.


Ege’nin bir kıyısıyken Büyük Menderes nehrinin taşıdığı alüvyonlarla göl haline gelen, günümüzde kirlilik sorununu aşmak için geniş kapsamlı projelerin yürütüldüğü Bafa Gölü, sayıları her geçen gün azalan yılan balıklarına da ev sahipliği yapıyor. Dünyadaki tüm yılan balıkları gibi bu gölde de yetişkin yılan balıkları, çiftleşmek için çıkacakları uzun yolculuğa hazırlanıyor.

Ege Üniversitesi (EÜ) Su Ürünleri Fakültesi Yetiştiricilik Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Fatih Perçin’in verdiği bilgiye göre, nehir ve göllerdeki kirlilik ile baraj gibi yapılar sebebiyle Türkiye’de sayıları giderek azalan ve yılda yaklaşık 400 ton civarında avlanabildiği tahmin edilen yılan balıklarının yaşam hikayesi oldukça ilginç.

Bilim dünyası nedenini henüz çözemese de dünyadaki tüm yılan balıklarının sadece Meksika Körfezi’ndeki Sargasso Denizi’nde çiftleştiğini, bunun için dünyanın çeşitli bölgelerinden yetişkin yılan balıklarının Sargasso Denizi’ne yolculuk ettiğini ifade eden Perçin, Anadolu’da da en fazla Bafa Gölü ile Büyük Menderes, Küçük Menderes ve Gediz Nehirleri’nde yaşayan yılan balıklarının yaklaşık 6 bin kilometrelik yolculuğa çıktığını söyledi.

Yılan balıklarının Bafa Gölü’nden Büyük Menderes yoluyla Akdeniz’e, oradan da Cebelitarık’ı geçerek Meksika Körfezi’ndeki Sargasso Denizi’ne ulaştığına işaret eden Perçin, buraya ulaşan balıkların dibe daldığını, şu ana kadar yapılan çalışmalara göre 300-500 metre arasında yumurta ve spermalarını bıraktığını anlattı.

Fatih Perçin, şu bilgileri verdi: "7 ile 14 yaş arasındaki yetişkin yılan balıkları öncelikle bulundukları bölgede metamorfoz geçiriyor. Rengi kararan, yağlanan, gözleri büyüyen ve koku alma duyuları gelişen balıklar, yolculuğa hazır hale gelmeye çalışıyor. Bu gelişim tamamlandığında Şubat ve Mart aylarında yolculuk başlıyor. Göllerdeki balıklar, dereler ve küçük sular aracılığıyla denize ulaşmaya çalışıyor. Bu süreçte yüzde 20 oranında deriden de solunum yapabildiği için kayabileceği ıslaklıktaki çamur ve nemli ortamlarda karadan da ilerleyebiliyor. Ancak bu balıkların yol veya kuru toprağı uzun süre aşması mümkün değil.

Önüne çıkan engelleri aşarak açık denize ulaşan balıklar hiçbir şey yemeden yaklaşık 200 gün yolculuk ederek Sargasso Denizi’ne ulaşıyor. 4 bin 500 metreye yakın derinliğe sahip çukurları bulunan bu denizde kendilerine ait bölgelerde balıklar dibe dalmaya başlıyor. Balıkların 300 ile 500 metre arasında sperma ve yumurtalarını bıraktığı tahmin ediliyor. Şu ana kadar yapılan çalışmalarda çiftleşmeye ilişkin kesin verilere ulaşılamadı."

EVE DÖNÜŞ YOLCULUĞU

Çiftleşme sonrası ebeveynlerin yaşamları sona ererken larva biçimindeki yaşam formları, Avrupa’ya doğru olan akıntılarla sürüklenerek Sargasso Denizi’nden Akdeniz’e doğru hareket ediyor. 2 yıl süren yolculuk boyunca renksiz, defne yaprağı biçimindeki formlarından Akdeniz kıyılarında yavru yılan balığı formuna dönüşen balıklar, yolculuklarının 2,5 ile 3. yılında Türkiye kıyılarına ulaşıyor. Burada iç sulara geçmek için yağmurlu mevsimleri ve su baskınlarını bekleyen balıklar, ebeveynlerinin geldiği göl ve nehirlere dönüyor.

Perçin, Japonya, Tayvan ve Kore gibi Uzak Doğu ülkelerinde geleneksel bir öneme sahip, tüketimi çok yüksek miktarda olan balıkların, Avrupa’da da özellikle Almanya, İsveç ve Hollanda’da füme olarak tüketildiğini söyledi.

Japonya’da 120 bin ton, ABD’de 2 bin 800 ton, Avrupa’da ise 20-25 bin ton yılan balığı üretildiğini, Türkiye’de ise sulardaki kirlenme ve göç yollarının kapatılması nedeniyle 1997 rakamlarıyla 400 ton avlama yapıldığının tahmin edildiğini anlatan Dr. Fatih Perçin, uygun koşulların bulunmasına rağmen henüz yetiştiricilik yapılmadığını vurguladı.

Perçin, yılan balığının yüksek ekonomik değere sahip, ihracat potansiyeli fazla bir balık olduğunu dile getirerek, "Türkiye’de dünya talebine yanıt verebilecek bir yetiştirme tesisinin kurulması gerekiyor. Ayrıca devlet olarak da ülkemiz sularına daha fazla sayıda yılan balığının gelebilmesi için iç sulardaki kirliliğin azaltılması, baraj gibi yapılara geçiş noktaları inşa edilmeli" diye konuştu.

Bafa Gölü çevresindeki köylerden balıkçıların "Pinter" adı verilen özel ağlarla yakaladıkları yılan balıkları, toplama şirketlerine veriliyor.

Göldeki balıkçılar, kıyılara koydukları pinterleri 3-4 günde bir kontrol ediyor. Her kontrolde en fazla 25-30 kilogram balık yakalanabiliyor.



7 Temmuz 2021 Çarşamba

Napolyon kirazı




 Halk arasında “Napolyon Kirazı” denilen büyük, kırmızı ama hafif koyuya çalan harika tatlı Napolyon Kirazının adı neden Napolyon?


Güzel dilimizde bulunan bulunan birçok kelime de bulunan sözcüklerin evrilmesi yani zaman içerisinde söyleyiş ve duyumlarda söylenen yanlışlardan ötürü kelimenin değişime ve gelişime uğraması konusunda Napolyon kirazı ya da eski adıyla Apolyont kirazı da nasibini fazlasıyla almış.

Bursa şehri içerisindeki eski adı Apollion ve Apolyont olan uluabat gölünün çevresinde yetiştirilen kirazlar hem iri hem de kıpkırmızı olurmuş ve bu durum da böyle kirazların bu isimle anılmasını sağlamış. Geçen zamanda söylene söylene ünlü Fransız devlet adamı Napolyon’un ismine ulaşmış.



6 Temmuz 2021 Salı

Akdenizli İki Kardeş: Zeytin ve İğde

 






Dünyanın henüz soğumaya yeni başladığı zamanların birinde, bugün Akdeniz Havzası olarak adlandırılan bölgede koskocaman, dev bir ağaç oluşmaya başlamış.

Bu öyle bir ağaçmış ki, dalı dal değil, yaprağı yaprak değilmiş! Gövdesinin ulaştığı köklerin kolları ya nehirlerin yatağından ya da Akdeniz'in tuzlu sularından besleniyormuş. Bu dev ağaç günden güne büyüyüp irileşiyormuş irileşmesine de, bunca heybetine rağmen hiç meyve vermiyormuş.
 
Rivayet odur ki günlerden bir gün bu dev ağacın kutsal perileri, giderek büyüyen ağacın gövdesinin etrafında bir halka oluşturup başlamışlar dönmeye. Döndükçe de rüzgarın sesine karışan bir yakarış tutturmuşlar; "Ey ulu ağaç hani ya senin meyvelerin, hani ya senin meyvelerin?"


Periler, hayal edebildikleri isteklerini ağacın etrafında döndükçe birer birer sıralamışlar; "Meyvelerin ateş rengi olsun, gök rengi, kül rengi, toprak rengi olsun", bir diğeri "mor isterim ben" yine bir başkası "alaca çalsın her bir renk ama; acı tatlıyla bütünleşip, ışıklar saçsın" diyerek tavaf etmişler dev ağacın etrafında. Ağaç, devasa irilikteki dallarıyla bu yakarışın güçlü arzusunu Akdeniz ve Ege’nin en uzak ve en ücra köşelerine savurmaya başlamış. Savruldukça soğuyup yeşermiş dünya, savruldukça dalları çoğalıp bölünmüş ve yeni fidanlar olarak toprağa sıkı sıkıya tutunmuşlar.
 
Gel zaman git zaman, o dev ağacın fidanları Akdeniz Havzası'nda bir baştan bir başa kök salmış. Dağ yamaçlarına tutunanlar kararıp morarmışlar, düzlüklere tutunanlar ağarıp kızarmışlar. Rivayet bu ya; birine zeytin demişler, diğerine iğde.
 
İğde ağacı (Elaeagnus) ile zeytin ağacının (Olea Europaea) benzerliği mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Her ikisinin de yaprakları buğulu gri olup, yeşil ve mavinin türlü renk geçişlerine ev sahipliği yaparlar. Hele de biraz esinti varsa havada, geçmiş zaman perileri size türlü renklerin dansını sayısız renk skalasıyla sunarlar.


Zeytinin gri maviliği, iğdenin gri yeşilliğiyle sarmaş dolaştır dikkat edildiğinde. Zeytinin yeşil meyveleri henüz olgunlaşmamış haliyle, iğde ağacının yeşil meyvelerine çok benzer. Her ikisinin de meyve tomurcuklarının dış kabuğu üzerinde bir ton açık renkte çilleri vardır. Mahcup ergen kızların burun çilleri gibidir her ikisinin meyve yüzeyleri. Kabuğun içine gömülü çiller, iğdeye de zeytine de büyüme aşamasında yardım eden geçmiş zaman perilerinin öpücükleridir belki, kim bilir! Meyve büyüdükçe bu izler de şekil değiştirir. Zeytin meyvesi yağlanıp eti derisine tutundukça morarıp koyulaşır, iğde de önce sararıp sonra toprak renginde kızararak kabuğuyla eti arasına mesafe koyar.
 
İki ağacın biri diğerine benzeyen yan yana dallarındaki meyvelerinden koparıp ağzınıza attığınızda taze zeytin zehir gibi acı ve mavru bir tat bırakırken, iğde de hafif ekşimsi, şekerli, tıkızlığıyla ağzı buran bir uyuşukluk bırakarak zeytinin acılığını giderir. Tatlı ve acının bu kadar birbirini tamamlayarak benzeştiği iki kardeş meyveye yeryüzü krallığında rastlamak mucizesidir. İkisinin de insana, hayvana, bitki börtü böceğe, velhasıl tüm dünya canlılarına faydaları sayılamayacak kadar çoktur. Görünümleri ve tatlarındaki tamamlayıcılık; yaprak, çiçek ve çekirdek yapısında da öne çıkar. İğdenin yaprak ve çekirdeği daha uzuncayken, zeytinin yaprakları daha küt ve etli olup çekirdeği de daha dolgundur.


Bu iki kardeş meyve, Ege ve Akdeniz kıyılarında binyılların akrabalığında gururla salınırlar. Gökova Körfezi'nden, Güllük Körfezi'ne, Çandarlı Körfezi'nden Edremit Körfezi'ne bütün bir Ege sahil şeridinin vazgeçilmez güzellikleridir onlar. Bahar aylarında açan çiçeklerinin kokularıyla uyarırlar bütün bellekleri.
 
Eğer; hışırtıya benzer bir melodi duyup iğde ve zeytin ağaçları arasına sokulmak isterseniz, aman sessiz olun! Geçmiş zaman perileri, her günbatımı çok uzaklardan gelip yeryüzüne inerler ve bu kardeş ağaçların altında dans edip, iğde ve zeytin meyvelerini öpücükleriyle kutsarlar…
 
Zeytinim kararmadan,
Dallarım kırılmadan
İğde toplar gelirim
Periler dağılmadan

İĞDE AĞACI





 #İğdeninfaydaları İğdenin eti, et; derisi, deri ve çekirdeğiyse kemik, üretir. iğde, böbrekleri ısıtır ve hemoroidi tedavi eder. Kollar ve bacakları güçlendirir. iğde, akciğerinin enfeksiyonu kurutup, sulanmasını tedavi eder. vücudun C vitaminin eksikliğini ortadan kaldırır. İdrar damlatmasını tedavi eder. İğde, kemik kırıkları ve çatlakları tedavi için, eşsiz bir ilaçtır İğde çekirdeğin tozu, kıkırdak üretir ve süt ile karışımı ise eklem tamiri ve sırt ağrı tedavi eder. Avicenna Tıp Fakültesi'nde, iğde çekirdeğin tozu ile tedavi, arterit romatoit ve romatizma için basit, mükemmel ve güvenli bir tedavi yöntemidir. İğde, çok güçlü bir antioksidan etkisi vardır ve K vitamini ile midenin ve bağırsakların enfeksiyonu, yarayı ve ödeme karşı mücadele eder. iğde, karaciğer sirozu olan insanlar için etkilidir. İğde tozu, pıhtılaşan beyaz kan hücrelerinin miktarını azaltır ve kalp hastalığın riskini düşürür. İğde tozu, şeker diyetinin neden olduğu yüksek tansiyonu azaltır. İğde tozu yüksek tansiyonu olan insanlar için etkilidir. Yüksek miktarda lif nedeniyle, vücutta doygunluk hissine vererek iştahı azaltır ve zayıflamaya neden olabilir. Lif bakımından zengin ve bir kalsiyum kaynağı olduğu için, yaşlılar ve emziren anneler için tavsiye edilir, çünkü kemik erimesine önler ve sindirim sistemini güçlendirir. Bu yüzden bu anneden emen bebek çok zeki olur. Migren baş ağrılarını tedavi eder ve Alzheimer'ı önler. Kavurulmuş iğde tozu, arpa unu ve arpa kepeğı ile bal ve süt karışımı, çocukların kemik ve et gelişimini ve zayıf olanlara ise kilo almaları için eşsiz bir besindir. Bir bardak süt içine bir çorba kaşığı iğde tozu dökün ve bir çorba kaşığı balla karıştırın. Her gün bir porsiyonu bir oğün yada ara öğün olarak yiyin. Bu basit iksiri 14 gün boyunca yeme mucizesini görün, 70 veya 72 gün almanız kemik erimesi ve Alzheimer'ı tedavi etmek için mükemmel bir takviyedir. Bilgi paylaştıkça çoğalır..

Avatar ve Naviler








 Naviler Türk mü;)

Yerle göğü birleştiren ağaç

Filme yöneltilecek eleştiriler elbette olabilir. Sonuçta kapitalist bir film endüstrisinden büyük devrimci bir film de beklenemezdi. Ama kapitalist endüstrinin ürünüdür diye üzerinde de tepinmemek gerekir. Filmde dünyalı bir kahraman yaratılması ve bunun da iyi Beyaz Adam olarak simgelenmesi elbette insanı rahatsız edebilir ama bu da herhalde Amerika?da film yapmanın ön şartı olsa gerek.  Avatar filmi epeyce tartışıldı ve hâlâ da tartışılıyor. Bu film solcu mu, antiemperyalist mi, Amerikan karşıtı mı, savaş karşıtı mı, çevreci mi yoksa aslında Batılı mı, ırkçı mı, Beyaz Adamın filmi mi? Her iki taraf da tartışadursun biz başka bir pencere açalım ve oradan türümüzü ve Türklüğümüzü anımsayalım istedik. Filmin geçtiği yer bir başka gezegen ama burada karşımıza çıkan yeni bir gezegenden çok, büyük bir ağaç. Film ormanda ama aslında ormanda bile değil bir orman gibi dalları olan büyük bir ağacın içinde geçiyor. Yerle göğü birleştiren inanılmaz büyüklükte bir ağaç. Naviler denilen insan benzeri mavi canlı türü bu ağacın içinde yaşıyor. Burada kutsal gördükleri bir ağaca tapıyor. Aslında filmin sahnesi olarak seçilen ağaç figürü üzerinde durmak gerekiyor. Bu ağacın fantastik ve bilim kurgu yanından daha önemli tarafı mitolojik bir gerçeklik olması. Kuranda geçen Tuba ağacını anımsatsa da aslında bu ağacın kökleri çok çok daha eskilerdedir ve Türk mitolojisinden alınmadır. Türklerde göğün direği olan Hayat Ağacı Türklere göre dünyanın bir direği vardır. Yer ile göğü birleştiren bu direk aynı zamanda atalarımızın yaşadığı tipik Türk çadırının da direğine benzer. Bu, yer ile göğü birleştiren Gök Ağacı, Hayat Ağacıdır. Bu ağaç dünyanın direğidir. Göğün direğine Bay Terek de denir ve kimi kavimlerde bu bir kayın ağacıdır. O nedenle  Bay Kayın adı da verilir. Bu kayın ağacı aslında tanrının kendisidir ama sonradan tanrıdan ayrılmıştır. Bu ağacın üzerine yıldırım bile düşmez. Navi son oku kapitalist işgalcinin yüreğine saplarken aslında tipik bir savaşçı Amazon Kadınını andırır. Elinde ok, atına binmiş, oku tersten atan ve tüm kavimleri yıkan bu savaşçı kadınlar, Amazonlar, Türk savaşçı kadınlarıdır.Bu kadınlar özgürdür, hatta mitolojide genellikle filmdeki gibi çıplak tasvir edilir. Filmdeki kadın Navi kahraman bu kadından açık bir esinlenmedir.  Adak töreninde şöyle seslenilir kayın ağacına: Altın yapraklı kutlu kayın!Sekiz gölgeli kutlu kayın!Dokuz köklü altın yapraklı Bay Kayın!Ey kutlu kayın ağacısana kara yanaklı bir ak kuzu sunuyorum!? Abakan Türklerine göre ise dünyanın ortasında bir demir dağ vardır. Bu dağın üzerinde ise 7 dallı beyaz bir Huş ağacı bulunmaktadır. Yakut Türklerine göre ise tüm insanlar tek bir ulu ağaçtan beslenir. Doğum tanrısı Kübey Han da bu ağacın kovuğundadır. Oğuz Kağan destanında ise Oğuz Kağanın ikinci karısı bu ağacın kovuğundan çıkar. Bu Hayat Ağacı Türk kavimlerine ait efsanelerde değişik şekillerde geçer. Er Sogotoh efsanesinde şöyle bir rivayet vardır: İnsanın ilk atasının adı Er-Sogotoh idi. Doğuda ise Ağaç Hakan bulunuyordu. Ağaç Hakanın kökleri yeri kaplıyor, dalları ise göğü deliyordu. Kökünden hayat suyu kaynıyor ve herkese can veriyordu. Bu ilk insana Yalnız İnsan adı verilmişti. Babası Gök Tengri, annesi ise Kübey Hatun idi. Dünya sekiz köşeli imiş ve ortasında da sarı bir göbek varmış. Büyük bir ağaç göğün üç katını delip göklere çıkarmış. Ağaç, Tanrıdan süslüymüş, kabukları gümüşlüymüş, budakları dokuz kollu bir şamdanmış, yaprakların hepsi ise bir at derisi kadarmış. Ağaçtan sarı bir su çıkarmış. Ondan içen kutlu olur ve mutluluk bulurmuş. İnsanın ilk atası da bu sudan içmiş ve hayat bulmuş.Bir diğer efsanede şöyle anlatılır: Bir yiğit göğe yükselen bir ağacın yanında duruyor ve bir ev görüyor. Bu sırada yiğidi gören yaşlı bir kişi okunun gücünü göstermek için bir ok atıyor. Okun rüzgarı ile büyük bir kasırga çıkarıyor.?

Dedem Korkut?un ağaca seslenişi

Kuzey Türklerinden Turalı boyuna ait destanda şunlar anlatılır: Bir yiğit bir sal yapıp denizde giderken yolu bir adaya düşüyor. Adanın ortasında büyük bir dünya ağacını görüyor. Bu ağacın üzerinde yavruları bir deve kadar olan bir kara kuş oturuyormuş. Uygur Türeyiş destanında ise şöyle anlatılır: Kara Kurum çaylarından iki ırmak vardı. Bunlardan biri Toğla diğeri de Selenge idi. Bu iki ırmak Kamlancu adı verilen bir yerde kavuşurlardı. Bu iki ırmağın kavuştuğu yerde iki ağaç vardı. Bu ağaçlardan biri fusuk diğeri de naja benziyordu. Kışın da bunların yaprakları servi gibi dökülmezdi. Meyvasının tadı ve şekli çam fıstığına benzerdi. Diğer ağaca da tur ağacı derlerdi. İki ağaç da iki dağın arasında yetişmişlerdi. Bir gün bu iki ağacın ortasına gökten bir ışık düşmüştü. Bunun üzerine iki yanındaki dağlar büyümeğe başladı. Halk şaşkınlıkla yaklaştığında içeriden güzel bir müzik sesi duydular. Her gece buraya bir ışık düşmeye başladı. Işığın çevresinde de 30 kez şimşek çakıyordu.

Dedem Korkut kitabında ise şöyle seslenilir: Başına ala bakar olsam başsız ağaçdibin ala bakar olsam dipsiz ağaç Başı gökte, kökü yerin derinliklerinde bir ağaç tasviri, görüldüğü üzere Dedem Korkuta kadar gelmiştir. Hayat Ağacı Türklerde doğanın ve evrenin birliğini sağlayan, yeryüzü ile gökyüzünü birleştiren bir kavramdır. Günümüz ekoloji bilminin henüz ulaştığı, ekosistemin temel döngüsünü sağlayanın ağaçlar olduğu gerçeği de burada yatmaktadır. Ormanın ve ağacın kutsallığı, ağaca adak adanması, bez bağlanması gibi ritüeller günümüzde bile Anadolu da ve diğer Türk coğrafyasında devam etmektedir.   Naviler ve Türkler Bu uzun alıntılardan sonra film ve biz Türkler arasındaki bağa gelebiliriz. Avatar?da seçilen sahne Türk efsanelerinde ve destanlarında açıkça tarif edilen dünyanın direği olan Hayat Ağacıdır. Bu ağacın içinde yaşayan mavi derili klan da insan dışı yeni ve farklı bir canlı türünden çok Türkleri andırmaktadır. İnanç sistemi ise kesinlikle Türk anlayışını yansıtmaktadır. Naviler, o ağacın içinde doğanın bir parçasıdır. Ağaç da tıpkı Navi gibi canlıdır, o nedenle kutsaldır, el sürülmez, kesilmez.

Hatta vahşi ve korkunç yaratıklar olarak canlandırılmış olan hayvan benzeri yaratıklar da canlıdır ve Naviler onlara da dokunmaz. Kısacası Naviler doğanın içinde kendilerini de doğanın bir parçası olarak görürler, doğayla, bitki örtüsüyle, toprakla, suyla, ateşle ve hareket eden tüm canlı türleri ile birlikte, kimseye zarar vermeden yaşarlar.

Filmin yönetmeni filmin çevreci ve antikapitalist mesajları olduğunu söylerken bu bakımdan haklıdır ama bu tür bir sistem insan dışı bir türde değil, biz Türklerde zaten vardır. Navi Klanı ve Türk Klanları Navi Klanının bir reisi vardır ama klan sınıfsızdır. Klanın Şamanı vardır ama ruhbanlık yoktur. Kadınlar ve erkekler birlikte yaşar, harem selamlık yoktur. Hatta Klan reisi olan erkek öldüğünde reisliği kızına devreder. Yani bir kadın tüm klanın reisi olur. Zaten Şaman olan din görevlisi de bir kadındır. Bu açılardan Na?viler Türklerin anaerkillikten ataerkilliğe geçiş halindeki eşitlikçi yapısını andırır. Hatta ad verme töreni çok tipik bir biçimde Türklerde yiğitlerin yiğitliklerini ispat ettikten sonra bir isme kavuşmalarını anlatır. Birden Boğaç Han'ı hatırlarız. Navilerin savaş silahları oklardır. Bu okları hem yerden atarlar hem de at benzeri hayvanlarının sırtında dolu dizgin uçarcasına giderken atar ve tam isabet kaydederler. Oklu, atlı, kadınlı, erkekli bu savaş sistemi de yine Türklere aittir. Hatta çok fantastik, uçaktan büyük kuşlar bile Türk mitolojisinden alınmadır. Gönder ebabillerini Ya Rab bilinen bir İslami yakarıştır. Dünyalıların saldırısına Naviler büyük kuşlarla karşı koyarlar. Ama bu kuşlar yukarıdaki alıntıdaki yavrusu bile deveden büyük kara kuşlardır. Gerçekten de Türk mitolojisindeki bu kuş, kimi zaman Kartal olarak anılan bir Kara Kuş, kimi zaman bir Tavus Kuşudur. Ama en önemlisi de aslında bir Anka Kuşudur. Diğer ulusların inanç sistemlerinde de yer eden Zümrüdü Anka dır, Simurg dur, küllerinden doğan direniş sembolüdür. Hatta bu kuş, bu Anka çok sonralarında Osmanın rüyasına girecek olan Anka Kuşudur ve Osmanı lider yapacak olan karısını simgeler. Naviler kendilerine uygun kuşları seçer ve onunla eşleşirlerken aslında bir anlamda kendi eşlerini de seçme anlayışını ortaya koyarlar. Zaten filmde de kadın ve erkek Naviler birbirlerini kendileri seçmekte, eşleşmekte, birleşmekte ve bunu kutsal görmektedirler. Filmdeki eşleşme sahnesi de Cengiz Hanın eşini seçmesini ya da Dedem Korkut hikayelerini andırmaktadır. Hatta ağaç sembolü Türklerde Osmanlıya da devredecek ve Osman rüyasında Osmanlıya dönüşecek büyük ağacı görecektir. Bu ağaç da filmdeki gibi bir ağaçtır. İnsan merkezli dünya doğa merkezli dünya Filmdeki mitolojik avatar ismi Hint tanrı sisteminden alınsa da tüm mitolojik öğeleri Türk sistemini ortaya koymaktadır. Bir diğer çatışma ise insan türü ile diğer canlı türler arasındaki ilişkidır. Şu anda Amerikan İmparatorluğunun simgelediği kapitalist sistemde, insan bir tür olarak her şeyin sahibidir. Ama bu binlerce yıllık sınıflı ataerkil toplumun mirasıdır. İnsanlık, anaerkillikten ataerkilliğe geçerken, klanların eşitlikçi yapıları bozulurken, sınıflar ortaya çıkarken, bizim bugün mitoloji dediğimiz inanç sistemleri de yıkıldı ve yerine tek tanrılı dinler geldi. Tek tanrılı dinlerde yeryüzünü yaratan tanrı onu insana hediye etmişti. İnsan dünyanın sahibiydi, onun kullanım hakkı?nı elde etmişti ve böyle düşündüğü için de dünyanın canına okudu ve onu yaşanmaz bir hale getirdi. Bugünün ileri ve modern ulusları eskinin ilkel klanlarının yerine geçti, ilkel çok tanrılar ve boş inançlar çöpe atıldı ve bugüne geldik. Geldiğimiz noktada aslında herşeyin insan olarak kendi türümüzün önemini abartmamızda, kendimizi dünyanın tanrısı olarak görmemizde olduğunu anlamalıyız.

Nitekim Navilerin Kutsal Ağacın önünde birbirlerine tutunmaları, el ele vermeleri, kardeşçe yaşamaları binlerce yıllık modern insan egemenliğine verilen en büyük yanıttır. Bu açılardan insan merkezli dünya sistemi ile doğa merkezli Navi sistemi arasındaki karşılaştırma kapitalist uygarlıkla Türk tarihi arasındaki karşılaştırmadır.

Peki bu film gerçekten de bu tür büyük mesajları vermek için mi yapıldı derseniz, bunun üzerine pek yorum yapamayız. Ama önemli olan filmi izleyenlerin filmden bu tür mesajları çıkartıp çıkartamayacakları. Tarihimizi bilmediğimiz, mitolojimizi bilmediğimiz için pek çoğumuz bu filmi gelecekte geçen bir bilim kurgu olarak izledik. Oysa yok edilen bir Türk uygarlığının tarihi filmi olarak da izleyebilirdik.

Karahindiba

 






Karahindiba, aslan dişi (dandelion) ya da radika isimleriyle de bilinen Taraxacum officiale bitkisini hepimiz biliriz. Bahar geldiğinde etrafımızdaki yeşillik alanlarda açan sarı çiçekler. Çocukluğumuzda şeytan tüyü olarak niteler, derin bir nefes alarak tüm gücümüzle tüysü-paraşütsü tohumlarını gökyüzüne üfler ve hayranlıkla tohumların havada süzülüşünü izlerdik.

Antik çağlardan günümüze, yazılı tarihin başladığı zamanlardan bu yana, karahindiba hayatımızda aslında. Bir efsaneye göre, Atina’nın büyük kralı Theseus, Minatour adlı canavarı öldürdükten sonra karahindiba salatası yemiş (i). Galyalılar ve Keltlerin, kuzeyi fethettiklerinde Romalıların bu bitkiyi tükettiğine dair kayıtlar bulunuyor. Bu bitkinin İngiliz Anglo-sakson toplulukları ve Fransa Normanları tarafından iskorbüt hastalığını kontrol için ve diüretik (idrar söktürücü) olarak kullanıldığına dair bilgiler de mevcut. İbni Sina bu bitkiyi menstruasyon kontrolünde kullandı ve buna kitaplarında Taraxacum adı altında yer verdi. Karahindiba hem çevrede bol bulunduğundan; hem de gerek besleyici değeri, gerekse ilaç olarak kullanımı nedeniyle yüzyıllar boyunca pek çok araştırmanın da konusu oldu.

Karahindibanın sarı çiçeği solduktan ve kuruduktan sonra çocukluğumuzda şeytan tüyü olarak adlandırdığımız yüzlerce tüysü tohuma dönüşür. Bu tüysü tohumların üst kısmı paraşüte benzer, aşağıda ise sapa benzer bir yapı yer alır. Aslında bu paraşüt, bir dizi kısa tüyden oluşur ve buna pappüs denir. Pappüs yapısı bir dizi filamentin bir araya gelmesiyle oluşur. Bu paraşüt yapı, aerodinamik sürüklenmeyi artırır ve böylece her bir tohumun çok uzaklara dağılabilme, gidebilme (bu mesafeler kilometreler olabilir); bitkinin yaşamını başka bir yerde sürdürme olasılığını artırır.

Nature dergisinde geçtiğimiz hafta yayınlanan bir araştırma, bu tohumların uzaklara gidebilmesini sağlayan mekanizmayı açığa çıkardı (ii). Tüylerin birbirine göre dizilimi nedeniyle, pappüs yere düşerken, hava bu tüylerin arasından geçer ve tıpkı bir duman halkası gibi düşük basınçlı bir vorteks oluşturur. Bu vorteks, pappüsün üzerine doğru hareket eder. Bu hareketle birlikte pappüsü havaya kaldıran görünmez bir asansör oluşur. Bu da pappüsün havada uzun süreler hareketini sağlar. Tüylerin izi bir disk üzerine çıkarıldığında, kapladıkları alanının disk yüzeyinin yalnızca onda biri olduğu görülüyor. Buna rağmen tüylerin ortaya çıkardığı sürüklenme, diskin çıkaracağı sürüklenmenin yaklaşık dört katı. Yani maharet tüylerde değil, tüylerin arasındaki boşluklarda ve burada havanın nasıl tutulduğunda. Çevremizde bulunan ama çok da dikkat etmediğimiz bir çok yapı ve süreç gibi karahindiba tohumunun yayılışını sağlayan yapılar da, bu bitkinin geçirdiği evrimsel sürecin bir sonucu aslında.

Hindiba: Güneşin ve Aydınlanmanın Sembolü

 

Antik dönemlerden beri şifacıların her derde devası; güneşin ve “aydınlanmanın”  sembolüdür, Hindiba. Yapraklarından köklerine, çiçeğinden sapına her zerresiyle, adeta şifa vermek için yaratılmış canlardan… Dünyanın her yerine yayılmış durumda, sayıca çoklar ve her şarta uyum sağlayacak kadar güçlüler…

Hindiba, papatyagiller familyasından yaygın bir bitki türü. Mısır ve Kıpçak Türkleri "katagan", Çağatay Türkleri ise "saçratku” demişler bu bitkiye. Bir üfleyişle dağılıveren bulutsu kır çiçeklerinin belki de en sihirlisi… Karahindibalar  5-30 cm. arasında boylanabiliyor. Boylanan bu sapların tepesinde kömeç halindeki o altın sarısı çiçekler, ilkbahardan başlayarak sonbaharın ortasına kadar açıyor. Daha sonra bu çiçek kömeçleri,  tohum taşıyan beyaz bir topa dönüşüyor ve o meyve kapçıkları en hafif rüzgarda uçup çevreye dağılıveriyor. Latince ismi taraxacum. Yüzlerce mikro türü var ve hepsi Taraxacum officinale adı altında buluşmuş.

İngilizce Dandelion adı ise Fransızca’da aslan dişi anlamına gelen “dent de lion” sözcüğünden gelmiş. Neden böyle söylenmiş bilmiyoruz. Yabani çayırlarda altın ışınlarını saçan bu çiçeğin kazık kökü, bir aslanın dişi kadar beyaz olduğu için olabilir. İçi, kengel denen acı bir sütle dolu uzun kazık kök, rozet biçiminde derin dişli yaprakları ve daha uzunca olan çiçek saplarını taşıyor. Testere dişi kenarlı yaprakların dizilişi, pütürlü dokusu ve sivriliği de “aslan dişini” çağrıştırmış olabilir. 15. yüzyılda karahindibanın tıbbi yararlarından etkilenen cerrahlar da yine bitkinin “bir aslanın dişi kadar güçlü ve dayanıklı” olduğunu söylemişler.


Hindiba ile o kadar haşır neşir ki insanoğlu, birçok mitolojik öyküde yeri var o yüzden bitkinin. Yunan mitolojisine göre karahindiba, Güneş tanrısı Apollon’un oğlu Phaeton’un, güneş arabasının hareket ederken saçtığı tozlarından büyüyen bir çiçek. Büyü tanrıçası Hecate, güçlensin ve Minatour ile dövüşsün diye Theseus’u bir ay boyunca karahindiba ile beslemiş. 

Ege’de sofraların baş tacı olan radika, aslında karahindibanın ta kendisi. Anadolu'da acıgıcı, "acıgünek", "güneyik" ve "arslandişi" "gelingöbeği"," keklikotu" olarak bilinse de en yaygın olarak kullanılan adı "radika"dır.  Paraşüt çiçeği olarak da anılıyor. Ege’nin Türk yakasında “karahindiba”, Yunan yakasında ise “radika” olarak bilinen bu lezzetli otu Fransızlar ve Yunanlar gibi biz de en çok salata olarak tüketiyoruz.

Çinlilerin 7. yüzyıldan beri kullandığı karahindibayı, ancak 11. yüzyılda tıp alimi İbn-i Sina sayesinde tanımışız.  Batı’ya da Türklerin göçüyle yayılmış ve 16. yüzyıldan itibaren tıpta kullanımı da yaygınlaşmış. İbn-i Sina hazırladığı “Hindiba Risalesi” adlı kitapçıkta, bitkinin yaprakları yıkanmadan ve soğuk su ile yapılan ekstrelerinin kullanılması gerektiğini söylüyor. İbn-i Sina, Hazreti Muhammed’in ‘Karahindiba‘yı sabah erken koparıp yiyin onun üstünde cennetin zerrecikleri vardır’ dediği hadisine bunu dayandırmış. Eski bitki kitaplarında, hindiba yapraklarının ve köklerinin kaynatılarak, suyunun kozmetik olarak kullanıldığı da yazıyor.

Antik zamanlardan beri güneşle birlikte, hem somut hem soyut anlamıyla “görme” ile özdeşleştiriliyor olması da ilginç. Bilimsel adının eski Yunanca taraxos (göz hastalığı) ve akos (tedavi, çare) kelimelerinden geliyor olması, bitkinin ilk olarak göz hastalıklarında, özellikle göz iltihaplarının tedavisinde kullanıldığını bize gösteriyor. Egzama dahil tüm cilt hastalıklarına iyi gelen karahindiba çayının, aynı zamanda göz iltihabını da iyileştirdiğini yazıyor eski şifa kitapları. Gözlere sağlık katarak “daha iyi görmemizi” sağlayan bu bitki “iç görüyle” de ilişkilendirilmiş. Hıristiyanlık döneminde, insanın “aydınlanması” ya da “kendini İsa’nın yoluna tümüyle adaması” gibi güçlü sembolik anlamlar da yüklenmiş.

“Görme, iyi görüş” ve “iç görü” anlamlarından öte, Eski Yunan ve Roma’da kehanetler, “geleceği görme” durumu da bu bitkiyle ilişkilendirilmiş. Karahindiba, gaipten haber veren kahinin, kehanetlerini bildirdiği o kutsal yeri de ifade ediyor. Üreme sistemi açısından Hermafrodit bir bitki olduğu için doğurganlığın, yenilenmenin, bolluğun ve kehanetin sembolü olduğu da söylenir. Hıristiyanlık’ta da son derece güçlü bir imge. Hikayelerin birinde örneğin, İsa’nın sözlerinin onun güçlü nefesiyle, karahindibanın sayvan şemsiye biçiminde tohumları gibi tek bir merkezden dünyaya yayıldığı anlatılagelir. Altın sarısı çiçekleri ve havada süzülen tohumları ile dünyanın hemen her yerinde yaşayabilen bir bitki olduğu için halk hikâyelerinde çokça adı geçiyor karahindibanın.

Bir Ojibwa kızılderili hikâyesi şöyledir örneğin: (Manifold’dan, Işıl Çokuğraş’ın Karahindiba yazısından aktarıyorum.) Kardeşleri doğu, batı ve kuzey rüzgârlarına göre çok daha nazik olan ve dünyanın tadını çıkarmak için tatlı tatlı esen güney rüzgârı Shawondasee, bir gün kırda yeşil elbiseli genç bir kız görür. Saçları güneş gibi parlayan bu kıza hayran olur, fakat yanına gitmekten çekinir. Kızı korkutmaktan korkan Shawondasee onunla konuşmayı sürekli bir sonraki güne erteler. Bir sabah kızın başına gri bir şal geçirdiğini fark eder ve üzgün olduğunu düşünerek yine onunla konuşmaktan vazgeçer. Ertesi gün kızın saçları bembeyaz olmuştur. Çok geç kaldığını anlayan Shawondasee kederle içini çeker ve soluğuyla bir anda gümüş tüyler uçuşur. Tekrar baktığında kız kaybolmuştur ve Shawondasee bir karahindibaya âşık olduğunu anlar.

Doğu mistisizminde de yeri var elbette. Paulo Coelho da Sufi öykülerinden birinde karahindibadan söz ediyor. Öykü şöyle: “Nasreddin bütün bir sonbaharı bahçesini belleyip tohumlar ekerek geçirdi. İlkbahar geldiğinde tüm çiçekler açtı ama Nasreddin arada kendisinin ekmediği yabani karahindiba çiçeklerinin de olduğunu fark etti. Nasreddin yabani çiçekleri söktü. Ama tohumları çoktan her yere yayılmıştı ve çiçek başka yerlerden de birer ikişer çıkıyordu. Sadece karahindibaları öldürecek bir zehir bulmaya çalıştı ama bu işin ustası olan adam hangi tür zehri kullanırsa kullansın işe yaramayacağını, sonuçta tüm çiçeklerin öleceğini söyledi. Nasreddin çaresizlik içinde bir bahçıvandan yardım istedi. “Bu tıpkı evlilik gibi” dedi bahçıvan. “Güzel şeylerin yanında her zaman mutlaka bazı rahatsızlıklar da vardır.” “Peki ne yapmalıyım?” diye sordu Nasreddin. “Hiçbir şey” dedi bahçıvan. “Bunlar sahip olmayı istediğin çiçekler olmayabilirler ama yine de senin bahçenin birer parçası.”

Rosamond Richardson, İngiliz geleneklerinde, şifacılıkta ve edebiyatta Britanya’nın yaban çiçeklerini anlattığı Britain’s Wild Flowers kitabında Hindiba'nın Britanya kırsallarında,  zamanı hatırlatan yaban çiçeklerinden biri olduğunu yazıyor. İngiliz kültüründe, onların halk şarkılarında “peri saatleri, köylülerin saati, yaşlı adamın saati ve zaman çiçeği” gibi isimlerle de karşımıza çıkabiliyor.

Karahindibanın, İngilizce’de en ilginç isimlerinden biri de “Monk’s Halo” yani keşişin halesi. Uçucu tohumların bulut gibi şeffaf görüntüsü bunu çağrıştırmış olmalı. Aksine, “ Şeytan’ın süt bitkisi” de denmiş. Kökleri ve gövdesinin süt beyazı rengi nedeniyle olabilir. 1600’lerde yaşamış İngiliz şifacı John Gerard deriye bu saptaki sütümsü sıvının sürülerek siğillerin ve sivilcelerin iyileştirilebileceğini yazmış.  Eğer karahindiba çiçekleri 23 Haziran’da, yani St. John festivalinin arifesinde toplanırsa, cadıları da geri püskürtürmüş. Karahindibaları rüyada görmek, talihsiz işlerin başınıza geleceğine dair bir işaret. İrlanda’da karahindiba, “kalp acısı” otu olarak biliniyor. Kalbi esir alan tutkuya, insanın aşık olduğunda içinde uçuşan kelebekleri yatıştıran en güçlü şifa kaynağı.

Benzerlik üzerinden bağlantı kuran; bugün de kimi homeopati uzmanlarınca kabul gören  doğayı okumak üzerine kurulu İmzalar Doktrini’ne göre karahindiba, sarılık hastalığı için şifa kaynağı. Son derece güçlü bir diüretik. Belki de bu yüzden Britanya’da “Jack-piss-the bed, pissy beds (çişli yatak), tiddle beds wet-the-bed (yatak ıslatan)” gibi isimlerle anılıyor.

Hindiba yaprakları bira mayalamak için de kullanılırmış. Bir zamanlar çelik işçilerinin arasında popüler olan bir içecek. Çiçekler ev şarabı, yaprakları da bahar salataları için… Kurumuş çiçek başlarından yapılan karahindiba kahvesi de özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık zamanlarında, gerçek kahveye ulaşmanın zor olduğu yıllarda tüketilmiş. Hindibaların feng shui açısından çok yararlı olduğuna; aile üyelerini kazadan beladan koruduğuna, sağlıklarını kolladığına inanılıyor. Güneşte ışıldayan altın paralara benzediklerinden olsa gerek; ayrıca para simgesidirler. Pek çok insan bahçesinde Hindiba görmekten nefret ediyor ama bence artık başka bir gözle bakmanın zamanı. 

Amaranthus Dubius

 





Kırmızı Ispanak'ın Faydaları

Kırmızı ıspanak veya yaygın olarak Çin ıspanak denilen yüksek ekonomik değere sahip bitkilerden biridir. Kırmızı tavuk yeşil ıspanakla aynı tada sahip olmasına rağmen , boyaları kırmızı ıspanakın faydalarını antioksidan olarak üstün kılar .

Genel olarak ıspanak gibi, Latin Amaranthus dubius adı verilen bitkinin sayısız faydası olduğu düşünülmektedir. Kırmızı ıspanak olarak adlandırılsa da, bu tür ıspanak morumsu kırmızı yaprakları ve sapları vardır. Bu kırmızı ıspanak, Endonezya da dahil olmak üzere çok güneşe maruz kalan sıcak iklimlerde büyüyebilir.

Kırmızı Ispanak'ın Faydaları

Yeşil ve kırmızı ıspanak vücuda iyi beslenir. Bu sebzelerde bulunan besinler arasında kompleks karbonhidratlar, lif, su ve A, B, C, K, folat vitaminleri ve potasyum, demir, kalsiyum ve magnezyum gibi mineraller bulunur. Ek olarak, kırmızı ıspanak, bu sebzelere morumsu bir kırmızı renk sağlayan antosiyaninler içerir. Bu madde antioksidan özelliklere sahiptir.

Beslenme kaynağı olmanın yanı sıra, kırmızı ıspanak hakkında bilmeniz gereken bazı potansiyel faydalar:

  • Kan damarlarının sağlığının korunması
    Bu sebzelerin egzersiz, kan damarı sağlığı ve pürüzsüz kan akışı sonrası vücut performansı üzerindeki etkilerini test etmek için nitrik oksit içeren kırmızı ıspanak özütü kullanan bir çalışma gerçekleştirildi.
    Bu araştırma, kırmızı ıspanak özütünün vücutta doğal nitrik oksit oluşumunu uyarabildiğini göstermektedir. Bu etkinin kan damarlarının esnekliğini arttırdığı, kan akışını iyileştirmeye yardımcı olduğu, kalp sağlığını koruduğu ve küçük miktarlarda bile kan basıncını düşürdüğü görülmektedir.
    Sadece bu araştırma hala küçük ölçekli çalışmalarla sınırlı. Kırmızı ıspanakın kan damarlarının sağlığı için etkisini ve bir ilaç olarak potansiyelini sağlamak için, daha fazla bilimsel çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Antikanser özelliklere sahiptir
    Kırmızı ıspanakın bir diğer yararı da kanserle savaşmaktır. Laboratuvardaki araştırmalara dayanarak, yüksek antioksidanlara sahip kırmızı ıspanak özütünün kanser hücrelerinin büyümesini inhibe edebildiği bulunmuştur. Ne yazık ki bu bulgunun daha fazla incelenmesi gerekmektedir, çünkü hala laboratuvardaki araştırma sonuçları ile sınırlıdır ve insanlarda klinik olarak test edilmemiştir.
  • Kolesterol ve kan şekeri seviyelerini kontrol etmeye yardımcı olur.
    Kırmızı ıspanak, sağlıklı bir kalp ve kan damarlarını korumanın ve kanserle savaşmanın yanı sıra kolesterol ve kan şekeri seviyelerini kontrol etmeye yardımcı olduğu düşünülmektedir. Fareler üzerinde yapılan bir araştırma, kırmızı ıspanakın kan şekeri seviyelerini, trigliseritleri ve kolesterolü azaltabildiğini gösterdi. Bununla birlikte, kırmızı ıspanakın bunun üzerindeki faydaları insanlarda test edilmemiştir, bu yüzden hala bir tedavi olarak kullanılamaz.

Kırmızı ıspanakın faydaları ile ilgili çalışmalar hala çok olmasa da, bu sebze Endonezya da dahil olmak üzere yaygın olarak gıda olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle, günlük tüketiminiz için kırmızı ıspanağı sağlıklı bir gıda seçimi olarak dahil etmenin bir zararı yoktur.