1 Aralık 2021 Çarşamba

Samsun ili tarihcesi

  


 Samsun MÖ 760-750 yılları arasında İon şehir devletlerinden Miletoslular (Milet) tarafından Amisos adı ile küçük bir yerleşim alanında kurulmuştur. Başta bugünkü şehrin merkezi olmak üzere Kızılırmak Vadisi - Kavak Tekkeköy Çarşamba Ovası’nda eski çağlardan bu yana insan iskan edilmiş ve yaşam sürmüştür.

İlk Çağ’da Paflagonya olarak adlandırılan bölgenin en önemli kentlerinden Samsun’da ilk yerleşim izleri Tekkeköy’ün güneyindeki mağaralardan elde edilmiştir. Orta Taş Devrinde (Mezolitik. MÖ 10000-5000) insanların Tekkeköy’de bulunan sığınaklarda yaşadıkları ve bölgenin en eski yerleşimcileri oldukları bilinmektedir. Yine Cilalı Taş Devri (Neolitik. MÖ 5000-4000) ile Bakır-Tunç Devrinde (Kalkolitik: MÖ 4000-1700) insanların Samsun merkez Dündartepe Kavak Kalenderoğlu ve Bafra İkiztepe’de sürekli iskân oluşturarak yaşamlarını devam ettirdikleri yapılan arkeolojik kazılardan anlaşılmaktadır.

        Samsun İli sınırları içerisinde devlet kurarak yaşayan en eski topluluk Gaşkalar'dır. (MÖ 5000-3500) Bilinen bu ilk uygarlığın ardından bütün Kuzey Anadolu'ya hâkim olan Paflagonlar Kızılırmak Havzasında yaşamışlardır. (MÖ 3000-1100) Hititler, (MÖ 2000-1200) Frigyalılar, (MÖ 1182-MÖ 676) Kimmerler, Lidyalılar (MÖ 1200-547) bugün Kara Samsun adıyla bilinen yere ENETE adında bir site kurdular. Miletliler (İyonya) (MÖ 2000-MÖ 400) Ege’den Karadeniz yoluyla ENETE'ye yerleşerek “Amisus” veya “Amisos” adını verdiler. Perslerin (MÖ 550-330) Lidya Kralı Krezus'u yenmeleri sonunda (MÖ 546) Amisos Pers İmparatorluğunun eline geçti. MÖ 331 yılında Büyük İskender’in Persleri yenmesi sonucu Makedonya İmparatorluğu’nun eline geçen Amisos, İskender'in ölümüyle kurulan Pers kökenli Pont Krallığının (MÖ 255-63) başkenti oldu.

        Daha sonra MÖ 1.yy da Roma İmparatorluğu hâkimiyetine giren Amisos 385 yılında Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasıyla Bizans İmparatorluğu'nun sınırları içerisinde kaldı. Amisos 860 yılında Abbasiler zamanında Halife Mutasım'ın emriyle Malatyalı Korkunç Ömer komutasındaki kuvvetler tarafından ele geçirilmiş ise de Bizanslılar tarafından tekrar geri alınmıştır. Türklerin Anadolu'ya girmesiyle birlikte Danişmentliler tarafından Samsun kuşatılmış ise de alınamamıştır. Anadolu Selçukluları zamanında Samsun'un Müslüman yerleşim yerleri 1185 yılında Anadolu Selçuklu hâkimiyetine geçmiştir. İlk defa Amisos ismi Selçuklular tarafından Samsun olarak kullanılmaya başlanmıştır. Haçlı Seferleri sonrası Trabzon Rum İmparatorluğu egemenliğine giren Samsun Cenevizlilerin Karadeniz'de ticareti ellerine geçirmeleri sonucunda 100 yıl kadar burada yaşamışlardır. Bu tarihlerde Türklerin yaşadığı Samsun'a “ Müslüman Samsun” 3 km. mesafede bulunan Cenevizlilerin ticaret sitesine de “Gavur Samsun” denilmiştir.

    1071 yılında Malazgirt Savaşı'ndan sonra Danişmentliler tarafından alınamayan Samsun'un deniz kıyısında bir kale kurarak Müslüman Samsun'u oluşturduktan sonra 1243 Kösedağ Savaşı sonrası Trabzon Rum İmparatorluğu egemenliğine girmiş ise de 1296 yılında tekrar Anadolu Türklerinin eline geçmiş ve 1389 yılında da Yıldırım Beyazıt zamanında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti çökerken Canik Beyliğine de başkentlik yapmıştır.

        Kösedağ Savaşı sonrası Karadeniz’de Türk yayılması durmuştur. Bundan sonra Selçukluların görevini Canik Beylikleri üstlenmiştir. Canik sahasının Türkleşmesinde beyliklerin oldukça etkili olduğu söylenebilir.Bu tarihten sonra Pervaneoğulları, Hacıemiroğulları, Kubatoğulları, Taceddinoğulları,Taşanoğulları ve İsfendiyaroğulları değişik tarihlerde ve aralıklarda bölgeyi ele geçirmiştir.

 Osmanlı devleti Samsun’u idareleri altına aldıktan sonra Samsun merkezli Canik Sancağı’nı oluşturulmuştur. Canik Sancağı, bugün Ordu’ ya bağlı olan Fatsa ve Ünye’yi içine almakta, Bafra ve Kavak’a kadar uzanmaktaydı. Canik, Tanzimat’a kadar şeklen Trabzon’a bağlı gibi görünse de resmen Sivas eyaletine bağlanmıştır. Tanzimat’tan sonra da idari olarak Trabzon eyaletine bağlanmış, önce sancak ve daha sonra da mutasarrıflıkla idare edilmeye başlanan bu yapısını Osmanlı devletinin yıkılışına kadar korumuştur. Cumhuriyet ilan edildikten sonra 1923 yılında da vilayet merkezi olmuştur.

1870-1884 yılları arası Samsun şehrinin genel görünümü

 

        19. asırdan sonra Samsun, Karadeniz kenarında gittikçe büyüyen bir şehir olarak ortaya çıkmıştır. Şehrin nüfus ve fiziksel olarak büyümesinin bir sonucu olarak ticaret önemli ölçüde gelişmiştir. Özellikle 1877-1878 Osmanlı -Rus savaşından sonra gelişen süreçte dışarıdan gelen muhacirlerle şehir etrafa doğru genişlemeye başlamıştır.

Samsun Şehir Planı - Başbakanlık Osmanlı Arşivi

 

        Osmanlı Devleti’nin Samsun’u ele geçirmesi Yıldırım Bayezid (1389-1402) dönemiyle birlikte başlamıştır.Osmanlı Devleti 1389 yılında Müslüman Samsun’u bir ara topraklarına katmış fakat 1402 tarihinde yapılan Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilince burası Müslüman beyliklerin yönetimine geçmiştir. Osmanlılar 1419 yılında Samsun’u kesin olarak hakimiyetlerine almışlardır. Bu tarihten yıkılışa kadar Samsun Osmanlı idaresinde kalmıştır.

        1860’lı yıllarda hummalı bayındırlık faaliyet sonucunda ortaya çıkan şehirde, 3 Ağustos 1869 yangını büyük bir tahribat oluşturmuştur. Bu yangın da 415 ev, 10 cami, 5 büyük hanında yandığı kayıtlara geçmiştir.

Karasamsun, Kalyon burnu ve Fenerin denizden görünümü, 1890

 

        Birinci Dünya Savaşı esnasın da Rus donanmasına ait savaş gemileri tarafından 10 Temmuz 1915’de şehir bombalanmıştır. Rus donanmasınca gerçekleştirilen bombardıman sonrası rüsumat dairesine ait binaların yanı sıra Reji İdaresine ait şimendifer iskelesi ve gazhane deposu tamamen tahrip olmuştur. Sivil halka ait meskenler de zarar görmüş, Samsun açıklarındaki irili ufaklı 16 gemi tahrip edilmiştir. 1916 ve 1917 yıllarında da Samsun sahilleri topa tutulmuştur.

 

        9 Mart 1919’da İngiliz İşgal Kumandanlığı asayiş gerekçesiyle 200 kişilik bir birliği Samsun’a çıkarmış ve şehri işgal etmiştir. Zamanla bunların sayısı 450’ ye yükselmiş ve bunların bir kısmı Merzifon’a gönderilmiştir.

 

        Karadeniz ve havalisindeki ekonomik menfaatlerini korumak adına Amerikan donanmasına ait sayıları 12‘yi bulan gemiler Karadeniz’e sevk etmiştir. 1919 yılının başından itibaren Amerikalı iş adamları Amerikan donanmasına ait savaş gemilerinin desteğinde Samsun’a gelmeye başlamıştır. Özellikle Samsun limanında veya açıklarında bir Amerikan savaş gemisi bulunmakta ve amaç şehirdeki Hristiyanları himaye etmek, Pontusçulara destek vermek, Amerikan şirketlerinin ve temsilcilerinin güvenliğinin sağlamaktır.

 

        20. asıra girerken Samsun, Cumhuriyet döneminin ilk yarılarına göre nüfus ve fiziksel olarak daha küçüktü fakat Karadeniz’in en ehemmiyetli ve ticareti adım adım gelişen bir şehriydi. 1923 yılından sonra Türkiye’de yaşanan siyasi, sosyal, kültürel değişimler ve gelişimler Samsun’un da çok yakından etkilemiş, Samsun’un sosyal ve kültürel hayatının değişim ve dönüşümünü tetiklemiştir.

Limandan Samsun'a Bakış

 

        Samsun’a demiryolunun ulaşması ile liman daha da önem kazanmış, modern limana olan ihtiyaç artmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ekonomik zorluklar nedeniyle Samsun’un konum ve önemine yakışan bir limana sahip olması için önceden yapılan girişimlerden sonuç alınamamıştır. Fakat sonraki yıllarda bu girişimler sonucu 1953’de modern liman tesislerinin temeli atılmış, 1960’da dalgakıran ve rıhtımların inşaatı bitirilerek liman hizmete sokulmuştur. Denizyolu, karayolu ve demiryolu üçlü desteğiyle Samsun kısa zamanda Türkiye’nin önde gelen şehirlerinden biri olmuştur. 1970’li yıllarda Azot ve bakır fabrikaların yapılması, geçmişten beri devam eden tütün üretimi ve buna bağlı tütün sanayisi kentte önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bu ekonomik canlılık Türkiye’nin 2. büyük fuarı ile taçlanmış, Samsun aynı zamanda çevresindeki illere göre bir çekim merkezi haline gelerek önemli oranda göç almıştır. Bu süreç 1980’li yıllara kadar devam etmiştir.

        Samsun’un, İç Anadolu’dan Karadeniz'e açılan ilk kapı olması, doğal,tarihi ve kültürel zenginliklerinin yanında deniz, hava, demiryolu ulaşım olanakları ile Karadeniz bölgesinin turizm potansiyeli en yüksek kentlerinden biri olmuş ve Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da milli mücadeleyi başlatmak üzere ilk adımı attığı yer olma özelliğiyle de önemini her zaman korumuştur.



27 Kasım 2021 Cumartesi

TUZ NEDEN DOKTOR KONTROLÜNDE YASAK?

 




TUZ NEDEN DOKTOR KONTROLÜNDE YASAK?

TUZ NEDEN DOKTOR KONTROLÜNDE YASAK ? Çünkü bir toplum doğal tuz yerse sağlıklı olur.. Bunun için tuz yasak.. Doğal tuz nedir ? Zengin sodyum içeren bir mineraldir.. Aslında doktorların bilmediği veya bildiği halde söylemeyi unuttuğu şey şudur.. İyotlu tuz adı altında satılan ve herkesin organlarını çürütüp kanser yapan kimyasal şey, sağlıklı olmak isteyenler için yasaktır.. Bu türden sahte tuz üreten firmalara da astronomik düzeyde para ve hapis cezası uygulanmalıdır.. Himalaya tuzu da denilen okyanus tuzu ve kaya tuzu sağlıklı yaşam için çok önemlidir.. Sodyum, yaşam için çok önemli bir mineraldir.. Beyniniz iyi çalışıyorsa muhtemelen kaya tuzu kullanıyorsunuzur.. Uzun ömürlü iseniz, kaya tuzu sayesindedir.. Turşudaki maydanozu çürümekten koruyan kaya tuzu, organlarını ve seni kim bilir nasıl korur.. İyotlu tuz denilen tuzla turşu yapın da görün o sebzeler 1-2 saatte ne hale geliyor.. Kim bilir sizlere ne yapıyordur.. Alzheimer olanların çoğu sodyum eksikliğinden olmuştur.. Unutkanlığın başlıca sebebi sodyum eksikliğidir.. Vücutta koku veya bakteri oluşumuna karşı en etkili yöntem doğal tuz kullanmaktır.. Ağız kokusunu gidermek isteyenler doğal turşuluk tuz yesin veya ağzını gargara yapsın.. Koku filan kalmaz.. Kısacası, ya Himalaya tuzu kullanın, ya da turşularda kullanılan kaya tuzunu kullanın.. İyi dökülüyor diye, aslında zehir olan şeyleri tuz zannetmeyin.. Sofradaki o ince tuz sadece sodyum ve klordur.... Normal kaya tuzu ise magnezyum selenyum dahil 80 tane mineral içerir.. Atın ince zehir sahte tuzları mutfaktan ...

20 Kasım 2021 Cumartesi

Birazda şiir

 



Diyorum ki;

Toplasak tası tarağı

Kapatsak telefondaki tüm hesapları
Hiç kimsenin bilmediği
Bir köye yerleşsek.
Yolları tozlu
Evleri gecekondulu
Küçük bir bahçesi
Bahçesinde köpeği
Yemişler dikelim fidandan
Biraz da domates falan
Aksam erken yatıp
Sabah ezanıyla uyansak
İlk önce bahçeye inip
Çiğ düşmüş biberleri toplasak
Ağaçları sulayıp fesleğenleri okşasak
Ayağımız toprağa bassa
Gelen geçenle selamlaşsak.
Etrafımızda kuş sesleriyle
Balkonda bir kahvaltı
Kahvaltıda tereyağlı köy yumurtası
Sokakta top oynayan birkaç çocuk
Çocuk seslerine karışan sokak satıcıları.
Akşam olunca çeksek perdeleri
Sobayı yakıp kestane atsak
Kıvrılıp miskin bir kedi gibi yerdeki mindere
İliklerimize kadar uykuya dalsak.
Diyorum ki gitsek buralardan
Ardımızda lüzumsuz telaşlar
Heybemizde yeni huzur.
Tek derdimiz yumurtlamayan tavuk
Çürümüş domates
Çiçeğine dolu vurmuş kiraz olsa.
Ne trafik gürültüsü
Ne bir yere yetişme arzusu
Tüm bu kargaşayı şehirlere bıraksak
Ağrıyan başımızı,
Yorgun ayaklarımızı alıp
Kirlenmiş ruhumuzla
Yola koyulsak..
Diyorum ki
Gitsek buralardan
Ne varsa bizi yaşamaktan alıkoyan
Arkamızda bıraksak..
-İnan Durak Taş

16 Kasım 2021 Salı

Tarih




 Trakai Gölü ve Atatürk


Trakai, bir göl köyüdür. Nerede olduğunu biliyor musunuz? İnanın bu yazıyı yazana kadar nerede olduğunu ben de bilmiyordum; daha da ilginci hiç duymamıştım. Tesadüfen bir watsapp grubunda okumasam duyacak da değildim. İşte bizim, ırkımızla ilgili bilgi dağarcığımız bu kadar!


Bu gibi yazıları yazarken yüzümün kızarmadığı an hiç olmadı! Bilgimiz çok az ve hiç de umursamıyoruz! Cahilliğimizden artık utanmıyoruz ve utanç duygumuzu ne yazık ki kaybettik! Neyse biz konumuza gelelim.


Trakai 7-8 bin nüfusa sahip bir göl köyüdür. Bu yer Litvanya’da bulunmaktadır. Bir şekilde haritada bir kez bakmanızı öneririm. Baktığınızda Türk ve Müslüman dünyasıyla hiç ilgisi olmayan bir coğrafyada olduğunu göreceksiniz.


Bu coğrafyada yaklaşık altı yüz yıldır yaşayan, Musevi inancından olan (Yahudi değil) Karay Türkleri yaşamaktadır.


Büyük Litvanya Kralı Vytautas Kuman soyundan gelen Kırım Türklerine toprak vererek bu bölgeye yerleştirmiş. Buraya yerleşen Karay halkı o günden bu güne kültürünü, dilini ve kendine has yaşantısını sürdürmeye ve o bölgede asırlarca yaşamaya devam etmişlerdir.


Tarihsel süreçte ne Osmanlı ne de başkalarının bunlardan haberi olmuş. Ufak bir topluluk, uzak bir coğrafya... Eee, haliyle kimsenin umrunda değiller. Ta ki Prof. Oktay Sinanoğlu 1970'lerde Atom fiziğiyle alakalı bir toplantı için Litvanya'ya gidene kadar!


Toplantı sonrası Sinanoğlu'nun arkadaşı olan Profesör Yutsis, kendisini ilgisini çeker diye Trakai'ye götürüyor. Harika bir yer ve tarihi binalar... Sinanoğlu hayran kalıyor oraya. Orada köyün ihtiyar meclisinin başı olan aksakallı bir adamla tanışır ve köy hakkında konuşmaya başlarlar. Uzun uzun konuşurlar; hem de Türkçe!


Aksakallı, bakın Sinanoğlu'na neler söylemiş:


"Atatürk'ümüz zamanında Türkiye'den O'nun gönderdiği elçiler gelir; bize Türkçe dergiler, kitaplar getirirdi. Atatürk vefat etti, Türkiye'den ses seda kesildi. Size ne oldu?"


Düşünebiliyor musunuz? O kadar savaşları yapacaksın. Bir ülkeyi yeniden yaratacaksın, onu kalkındırmak için hızlı davranıp onca kurumu kuracaksın, 20. asrın gelişmiş medeniyetine bir an evvel ulaşabilmemiz için ileri hamlelerini zamanımızın hız kavramının üstünde yapmak için çaba sarfedeceksin ve bir de dünyanın neresinde olursa olsun, ırkını yalnız bırakmamak için onlara da ulaşacaksın!


Bir an insanın içinden "Yok be!" demesi geliyor değil mi? İşte onun için Mustafa Kemal Atatürk oluyor! Onun için yüz yılın lideri oluyor!Onun için savaştığımız düşmanlar bile ona hayran oluyor! Onun için önünde saygıyla eğiliyorlar! Onun için dünyaya Kurtuluş Savaşı örnek oluyor!


İçimden şunları haykırmak geçiyor: "Atatürk ölünce, Türkler uyudu. Atatürk ölünce, Türk ırkı kendini unuttu. Atatürk ölünce, devşirmeler türedi. Atatürk ölünce, ülke hızla geriye gitmeye başladı. Atatürk ölünce, halk uyumayı seçti ve hala uyuyor!"


Şunu bir kez daha anladım ki Atatürk üstün zekası ve enerjisiyle Türk'ü ve Türklüğü en yüksek yere çıkarmayı kendine görev edinmiş, Türk'e ve Türklüğe aşık bir insandı! 


Kaynak: Prof. Oktay Sinanoğlu.

Bu günkü gençlerimize tekrar tekrar okutmalıyız

30 Ekim 2021 Cumartesi

Sümerler/ Muazzez İlmiye Çığ

 



Muazzez İlmiye Çığ dünyaca ünlü bir Sümerolog, bilim insanı ve tarihçi. DW Türkçe'nin sorularını yanıtlayan 106 yaşındaki Çığ, Sümer tabletlerinde rastladığı çarpıcı bilgileri anlattı.

Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin ilk mezunlarından biri olan Muazzez İlmiye Çığ dünyanın en önemli Sümerologları arasında bulunuyor. DW Türkçe'nin sorularını yanıtlayan Çığ, Sümerlere ilişkin çarpıcı bilgiler aktarıyor. "Sümerlerin kökeninin Türk" olduğunu savunan Çığ, Sümerlere dair hâlâ birçok konunun bilinmediğini ifade ediyor. Sümerlerle günümüz arasında bağlantı kuran Muazzez İlmiye Çığ, Türkiye'de faaliyet gösteren tarikatları de eleştirerek, "Bunların yeniden kapatılması lazım" diyor.

Muazzez İlmiye Çığ, Sümerlerin "Muazzam bir millet" olduğunu belirterek, şunları anlatıyor:

"Bir kere yazıyı icat etmişler ve her alanda kullanmışlar. Bilim yapmışlar, matematiği yapmışlar, astrolojiyi yapmışlar. Bunlar hep Yunanlılarda deniyordu. Şimdi bunların hepsi Sümerlerde çıktı. Sümerleri söyleyemiyorlar, korkuyorlar. O'nun için Avrupa'da hep kenara atarlar. Bizdeki kadar Sümer bilen yok Avrupa'da."

"Sümer tabletlerinde gizlenen şeyler var mı?" sorusunu "Yok, ben ona inanmıyorum. Ben bunlara inanmıyorum uzayla ilgili. Çünkü bugün uzay, saniyesi saniyesine kontrol altında. Ölen yıldızları, doğan yıldızları buluyorlar. Böyle bir şey olsa muhakkak görecekler" sözleriyle yanıtlıyor.

"Kanıtlanmayınca bir şeye inanılmaz" diyen Muazzez İlmiye Çığ sözlerini şöyle sürdürüyor:  "Atatürk de öyle diyor. Kanıtlayın, her şeyi kanıtla istiyor. Siz biliyor musunuz Atatürk Hatay'ı alırken ne yapmış? Orta Asya'nın büyük bir haritasını getirtmiş. Orada, Hatay'da bulunan su ve yer adlarını bulmuş. Ona göre diyor ki, 'İşte bizim halkımız oradan geldi, bu adları koydu, burada ilk olarak Türkler hakimdi.' Atatürk böyle kanıt istiyor her şeyde."

Sümerler Türk mü?

Atatürk'e "Sümerlerin Türk" olduğunu söylenince "Kanıtlayın" dediğini aktaran Muazzez İlmiye Çığ, "Atatürk kanıt olmayınca kabul etmiyor. Ben şimdi kanıtladım. Bir kişinin kanıtlaması kafi değil. Bir Türkmen'le beraber. O da bir kitap yazdı bu konuda. İkimizinki aşağı yukarı birbirine benziyor.  O ve ben diyoruz ki, Sümerlerin kökeni Türk'tür" diye anlatıyor. 

Ancak bu tezin herkes tarafından kabul görmediğine işaret eden Çığ, "Fakat diyorlar ki dil bir milletten, başka millete geçebilir. Aynı kökenden olduğu söylenemez. Kültür bağları lazım. Biz şimdi o Türkmen arkadaşla kültür bağları bulduk. Pek çok kültür bağları bulduk" diyor.

Sümerler hakkında hâlâ bilinmeyen bir çok yan olduğuna dikkat çeken Çığ, Sümer tabletlerinde rastladığı ilginç bilgileri de aktarıyor.

Başörtüsünün kökeni tarihte

Muazzez İlmiye Çığ, Sümerlerde "seksin ayıp olmadığını" belirterek, Sümer mabetlerinde vaktiyle seks yapan kadınlar olduğunu anlatıyor: "Onlar kutsal kadın sayılıyor. Yani mabette kutsal olarak kabul ediliyor. Bu çok önemli. Onlar bir nevi eğitici gibi."

"Bu kadınların başlarına bir örtü örterek, kendilerini diğer rahibelerden ayırıyorlarmış" diyen Muazzez İlmiye Çığ, başörtüsünün tarihine ilişkin şu bilgileri paylaşıyor: "Sonra 1600'lerde bir Asur Kralı çıkıyor, diyor ki bundan sonra bütün evli ve dul kadınlar dışarı çıkarken başlarını örteceklerdir. Kızlar ve sokak fahişeleri örtemeyecektir. Bunu ilk Yahudiler alıyor. Hala onlar evlendiklerinde başlarını örtüyorlar. Yani bu adet Yahudilere geçiyor, hatta Romalılarda başörtüsü var. Onlarda da başörtüler var. Başörtü yani saygınlığı ifade ediyor. Hititlerde aynı şekilde saygınlığı ifade ediyor."

Çığ, Kur'an-ı Kerim'de ise örtünmeyle ilgili bilgi olmadığını belirterek, "Sonradan uyduruyorlar. Kuran'ı açın, bakın yok" diyor.

"Tarikatlar kapatılmalı"

Kur'an-ı Kerim'e göre tarikatların da kapatılması gerektiğini söyleyen Çığ, bazı tarikatların "Dokuz yaşında çocuk evlenebilir" demesini eleştiriyor. "Sümerlerde bile, 4000 yıl önce ben diyor, küçük bir kızla evlenecek kadar aptal değilim diyor. Tabletlerde yazıyor. Bunlar, bu şekilde din diye bunlar çıkıyor. Çok ayıp şeyler" diyor.

"Biz bambaşka türlü yetiştik, bunlar bambaşka. Ben de dindarım. Ben onlardan çok, gelsinler ben dünya kadar şey biliyorum. Kuran'dan şeyler biliyorum ezbere" diyen Muazzez İlmiye Çığ, sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Bunların yeniden kapanması lazım. Çünkü Kuran'da zaten yazıyor. Yollara ayrılmayın, tarikatlara ayrılmayın diyor. Kuran madem bizim dinimizin kitabıdır, onu tutmaları lazım. Niye ayrılıyorsunuz. Mezheplere ayrılmamak lazım. Kuran ne yazıyorsa ona göre şeydir."

Kur'an-Kerim'in Türkçesinin okunması gerektiğinin altını çizen Çığ, "Kuran'ın Türkçesini okutmadılar. Atatürk'ün en büyük faydası dinimize, Kuran'ı dilimize tercüme etmesi oldu. Farsça'ya tercüme edilmiş Kuran, bütün dillere tercüme edilmiş, Türkçe'ye tercüme edilmez. Neden edilmesin ya?" şeklinde konuşuyor.

Atatürk'ün öldüğü gün

Türkiye'de Atatürk dönemini gören bilim insanlarından biri olan Çığ, "Atatürk'ün öldüğü günü hiç unutmadığını" söylüyor. Çığ, o günü şu sözlerle anlatıyor: 

"Birden bire ölüm haberi geldi. Nasıl bir vaveyla koptu. Bütün arkadaşlar, kız erkek, herkes birbirine sarılıp ağlıyor. Babamız gitti diye. Bakın bugün de ağlıyorum. O kadar fena olduk. O günler ağlamayan kimse kalmadı. Ne kadar çok seviliyormuş... Böyle bir ölüm, böyle bir acı hiç dünyada olmamıştır. Bunu anlatamıyorlar hiçbir yerde anlatılmıyor."

Muazzez İlmiye Çığ kimdir?

20 Haziran 1914'te Bursa'da doğdu. Birinci Dünya Savaşı'nın başlama nedeni olarak kabul edilen Arşidük Franz Ferdinand suikastinin olduğu gün henüz 8 günlük bir bebekti. Osmanlı İmparatorları Mehmet Reşat ve Vahdeddin döneminde yaşadı. Birinci Dünya Savaşı'ndan, Kurtuluş Savaşı'na, Cumhuriyet'in kuruluşundan, Atatürk'ün devrimlerine kadar Türkiye tarihinin en önemli ve zor zamanlarına şahitlik etti. Genç Cumhuriyet'in kadınlara tanıdığı fırsatlardan yararlanarak, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin ilk mezunlarından biri oldu. Haziran ayında 107 yaşına giren Muazzez İlmiye Çığ, halen Mersin'de yaşıyor.

Bir kaç tavsiyem var

 




Bir şarkın olsun. Senin olsun. Hayatına her giren insana “bu benim şarkım bak” diye dinlet. Bir gün o kişinin hayatından çıktığında bir radyoda denk gelirse, seni hatırlasın.

Tek bir parfümün olsun. Özdeşleşmek iyidir. Dünya bu illa ki bir tek sen kullanmayacaksın. Öyle bir sana ait olsun ki, bir yabancıda bile duysa “acaba burda mi” diye kokuyu duyanın gözü seni arasın.

Bir tane en yakın arkadaşın olsun. Sadece kötü günde değil, iyi günde de aradığın ilk kişi olsun. Birlikte düşün, birlikte kalkın. Birbirinizi toparlayın. Yaralarınızı sarın. Herkes gittiğinde “şanssızlığınıza” biraz gülün, biraz ağlayın.

Bir tane çok büyük aşkın olsun. Rakıya bahane olsun. Bir dönem çok sevmiş ol, bi dönem nefret etmiş. Her şey küllendikten sonra tebessümle hatırla. Biraz da bi yanin acıyarak. “O olsaydı nasıl olurdu acaba hayatım?” diye sorgulayarak. Artık bir şey hissetmesen de “başına bir şey gelse yine de ilk ben koşarım” diyecek kadar. Unutma, masallar mutlu sonla, efsaneler kavuşamamakla biter.

Bir evlat edin. Bir kedi olur, bir köpek de. Ama olsun. Kapılarını aç. Senden olmayan ama senin ilgine bakımına muhtaç bir kalbin atışlarını ellerinde hisset. Bir canlının hayatını değiştirmek acayip bir şey. Birinin kahramanı olmak istersen bundan büyük fırsat olamaz. Sevmek çok güzel. Hele bir de her koşulda sevilmek.

Bol bol kitap oku biri seni derinden etkileyene kadar oku. Onu bulduğunda kimseyle paylaşma. O hikaye senin. Beğenmediğin sayfayı yırt sevdiğin yerleri yıldızlarla donat. Başucunda dursun. Belki bir gün biri gizlice o sayfaları keşfeder. Seni daha iyi tanıma imkanı olur.

Salaş bir restaurant edin. Patronundan garsonuna kadar tanı. Kafan mı bozuk, mekan dolu mu, sana yer açacakları kadar müdavimi ol. Bir masan olsun hep oturduğun. Bir başına gitsen bile başına bir şey gelmeyeceğini bil. Bir gün belki kapanır ya da yıkılır. Ama sen önünden her geçtiğinde “burda eskiden hep bi yerim vardı” dersin.

Bir hobin olsun. Kaçmak için. Hiçbir şey düşünmediğin. Dünyadan uzaklaşabildiğin. Onunla övün. En iyi yaptığın şey olsun. Insanlar şaşırsın. Senin icin çocuk oyuncağı olsun.

Bir şey iste. İmkansız olsun. Peşinden koş. Yorul. Defalarca vazgeç. Defalarca dene. Susmanın çaresizliğini de yaşa bağırmanın da. Uykuların kaçsın. Düşündükçe saç diplerin bile uyuşsun. Her ne ise bu istediğin, aşk da olur iş de. Bağrına taş bas gerekirse. Yeter ki gece yatağına yattığında “ben elimden geleni yaptım” de. Bazen kazanamamış olsan da, yapabileceklerinin ya da bir şeyi delice istemenin limitini görmek de zaferdir.

Vakit ayırdığın bir ailen olsun. Yarın kaybettiğinde keşke daha çok zaman ayırsaydım demeyeceğin. Pişmanlık kötüdür. Bir daha geri getirmeye gücünün yetmedikleri içinse, iskence. Kıymetini bil. Yarin ne olacağı belli degil. Kalp krizi dediğin bir kaç saniye. Kalp kırma.

Sınırların olsun aşılamayacak. Duvarların olsun yıkılamayacak. Herkes bilsin. Ona göre davransın.

Bir alanın olsun metre karesi dert değil. Kapısını kapattığında gercek sen olabildiğin. Dört duvardan birininin dibine çöküp ağlayabildiğin. Güçsüzlüğünü yaşayabildiğin. Sonra daha güçlü kalkabildiğin. Kaldığın yerden devam edebildiğin. İnsan en Çok kendini özlüyor çünkü.

Bir sevdiğin olsun tabi. Belki hayallerindeki gibi olmaz koşullar ama bir şeyleri birlikte var etmenin tadı bi başka. Para amaç değil araç olsun mutluluğuna. Olmadığı zaman da elindekini cömertçe paylaşabil. En çok onla gül. Saatlerce muhabbet edebil. Birbirinize ulaşamadığınızda, “başka biriyle mi acaba” diye değil “başına bir şey mi geldi” diye endişelen. İlişkini başkalarıyla kıyaslama. Biri sevdiğini çok söyler, biri daha çok gösterir. Sen de biri eksikse bu seni daha az seviyor demek değildir.Telefon karıştırmakla ömür geçmez. Bir insan bir şey yapmak isterse yapar. Kalbin temizse, sen araştırmadan da karşına çıkar korkma. Sonuna kadar güven. Bir gün kırılırsa kalp yenisini inşa eder.

VE

Kalbini temiz tut. Çevreni de. Unutma yaptığın her iyilik bir gün sana geri döner.

Meriç Keskin

28 Ekim 2021 Perşembe

Atatürk'ün 'Efendiler yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz' sözünün hikayesi

 






Türkiye' de "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" anlayışını devlet yönetimine kabul ettiren, demokrasiyi yücelten Cumhuriyet'in ilanı üzerinden tam 98 yıl geçti.

Cumhuriyet Bayramı'nın 98. yılı, yarın tüm yurtta coşkuyla kutlanacak.

Dolayısıyla bugün Mustafa Kemal Atatürk'ün, Cumhuriyet'i ilan etmesine bir gün kala söylediği "Efendiler! Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz" sözü akıllara geldi.

Peki Mustafa Kemal Atatürk, bu sözü nerede söyledi?

İşte o sözün merak edilen hikayesi...

"YEMEK SIRASINDA 'EFENDİLER YARIN CUMHURİYET'İ İLAN EDECEĞİZ' DEDİM"

Atatürk, Cumhuriyet'in ilanını duyurduğu geceden Nutuk adlı eserinde kendi ağzından detaylıca bahsetmiştir.

Nutuk'ta yer alan anekdot şöyle:

"Gece olmuştu Çankaya'ya gitmek üzere Meclis binasından ayrılırken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemâlettin Sami ve Hâlit Paşa'lara rastladım. Ali Fuat Paşa Ankara'dan hareket ederken bunların Ankara'ya geldiklerini o günkü gazetede'Bir uğurlama ve bir karşılama' başlığı altında okumuştum. Daha kendileriyle görüşmemiştim. Benimle konuşmak üzere geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmelerini, Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa vasıtasıyla kendilerine bildirdim. İsmet Paşa ile Kâzım Paşa'ya ve Fethi Bey'e de Çankaya'ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya'ya gittiğim zaman, orada, beni görmek üzere gelmiş bulunan Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Bey'lerle karşılaştım. Onları da yemeğe alıkoydum. Yemek sırasında, 'Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz' dedim.

"O DAKİKA NASIL HAREKET EDİLECEĞİNİ PLANLADIK"

Orada bulunan arkadaşlar, derhal düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikadan itibaren, nasıl hareket edileceği konusunda kısa bir program yaparak arkadaşları görevlendirdim. Efendiler, görüyorsunuz ki, Cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara'da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ederek onlarla görüşüp tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü onların da aslında ve tabiî olarak benim gibi düşündüklerinden şüphe etmiyordum. Halbuki, o sırada Ankara'da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden, düşünce ve rızaları alınmadan Cumhuriyeti'n ilân edilmiş olmasını bize gücenme ve bizden ayrılma sebebi saydılar."

 'Efendiler yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz'

 






Ankara

Türkiye'de "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." kuralını devlet yönetimine yerleştiren ve demokrasiyi taçlandıran Cumhuriyet'in ilanının üzerinden 98 yıl geçti.

Milli Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türk devletinin yüzünü çağdaşlaşma ve demokrasiye çevirdi.

Ankara'nın, Türkiye'nin hükümet merkezi olmasının ardından mevcut rejimin isminin de bütün açıklığıyla konulması, yeni devletin başkanının da seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar devlet başkanlığı görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa tarafından yürütülmüştü.

Bazı yabancı ülkeler de Lozan Antlaşması'nın onayı için Türkiye'deki yeni devlet rejiminin daha açık şekilde belirlenmesini istiyordu. Bu sıralarda İcra Vekilleri Heyeti'nin istifası ve Meclisin güvenini kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamaması da bu soruna acil çözüm gerektirdi.

25 Ekim 1923'te ise hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Atatürk'e, cumhuriyeti ilan etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına "Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz." diyerek fikrini açıkladı.

Atatürk o gece, İsmet İnönü ile 1921 Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı.

"Türkiye Devleti bir cumhuriyettir"

AA Arşivi'ndeki bültene göre, Meclis, 29 Ekim 1923 Pazartesi saat 18.00'de İsmet İnönü başkanlığında toplandı. Anayasa Komisyonu tarafından sunulan ve anayasa değişikliğini içeren teklif acilen görüşülmesi için gündeme kaydedildi.

Görüşe sunulan tasarıda şu hükümler yer aldı:

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Ulusal işlerin fiili idarenin yönetim şekli halka dayanmaktadır. Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.

Türkiye Devleti'nin dini İslam, resmi dili Türkçedir.

Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı, Genel Kurulun toplantısında bir yasama dönemi süresi için kendi üyeleri arasında Millet Meclisi tarafından seçilir. Cumhurbaşkanı görevini halefi seçilene kadar sürdürür. Geçmiş başkan yeniden seçilebilir.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Türk Devleti'nin başıdır. Bu sıfatıyla gerekli gördüğü zaman, Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulunun başkanlığını yapar.

Kurul Başkanı, Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar yine milletvekilleri arasında, Kurul Başkanı tarafından seçilir. Kurulun listesi Büyük Millet Meclisinin onayına, Cumhurbaşkanı tarafından sunulur."

Yaşasın Cumhuriyet" sesleri ve alkışlar...

Komisyon adına söz alan Yunus Nadi Bey, Mondros Mütarekesi'ne kadar yaşanan olayları hatırlatarak cumhuriyetin ilanının gerekliliğini dile getirdi. Daha sonra kürsüye çıkan Vasıf Bey, cumhuriyeti övdü.

Daha sonra Eyüp Sabri Hoca Efendi, gecikmeden cumhurbaşkanının seçimiyle devam edilmesini talep etti.

Konuşmaların ardından tasarı saat 20.30'da oturuma katılan 158 üyenin tamamının oyuyla kabul edildi. Cumhuriyetin ilanı "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri ve alkışlarla karşılandı.

"Türkiye, dünya devletleri arasında tuttuğu yere layık olduğunu ispat edecektir"

Cumhuriyetin ilanından ardından cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada 158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal, TBMM tarafından yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhurbaşkanı unvanıyla kürsüye çıkan Mustafa Kemal Paşa'nın Meclise hitabı TBMM kayıtlarında şöyle yer aldı:

"Efendiler; asırlardan beri Doğu'da haksızlığa ve zulme uğramış olan milletimiz, Türk milleti, gerçekte soydan sahip bulunduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannediliyordu.

Son yıllarda milletimizin fiili olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkında kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel ispat etti.

Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükümetin yeni adıyla medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.

Arkadaşlar; bu yüksek rejimi yaratan Türk milletinin son dört yıl içinde kazandığı zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendini gösterecektir. Bendeniz, kazandığım bu güven ve itimada layık olmak için pek önemli gördüğüm bir noktadaki ihtiyacı arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüce heyetinizin şahsıma karşı gösterdiği sevgi, güven ve desteğin devamıdır. Ancak bu sayede ve Tanrı'nın yardımıyla, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri en iyi şekilde yapabileceğimi ümit ediyorum.

Daima sayın arkadaşlarımın ellerine çok samimi ve sıkı bir şekilde yapışarak, kendimi onların şahıslarından bir an bile uzak görmeyerek çalışacağım. Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır."

27 Ekim 2021 Çarşamba

Çıtlık ağacı

 


Nazarlık binlerce yıl boyunca farklı kültürlerde farklı formlarda kullanılan bir simge olarak önemini korudu ve günümüze ulaştı

Dünyada mistik kötü güçlere, kem gözlere karşı nazarlık en yaygın koruyucu olarak işlev görmüştür. Nette dolaşırken bir açıklamasına denk geldiğim Bahçeşehir Üniversitesi'nden sanat tarihi profesörü Dr. Neşe Yıldıran, ilk nazar boncuğunun M.Ö. 3300'lü yıllara dayandığını söylüyor. "Mezopotamya'nın en eski şehirlerinden biri olan ve bugünkü Suriye sınırları içinde olan Tell Brak'taki kazılarda nazar boncuğu bulundu. Kaymak taşından oyma geometrik figürler şeklindeydi."

Ama bizim nazarlık deyince aklımıza ilk gelen mavi boncuk oluyor. Halbu ki kadim Türk inancında çok çeşitli nazarlıklar var buguün bunların çoğu unutulmuş durumda ya da süs eşyası olarak kullanılmakta.

“Modern dünyada nazarlık farklı biçimlerde kullanılmaya başlanınca anlamı ve tarihi unutulup gidecek mi?” diye merak ediyor insan. Son dönemlerde, özellikle moda alanında nazarlık kullanımı gibi bazı kullanım biçimleri kültürel değerlere el konması kaygılarını artırıyor.

Kökü binlerce yıllık geçmişe dayanan bu halk inancının görsel ve maddesel verileri olan nazarlıklara moda ya da boncuk takı olarak bakmak herhalde bu mirasa yapılacak en büyük kötülüklerin başında geliyor.




Béu anlamda Türklerde çıtlık ağacından yapılan nazarlıklar hem yapıldıkları şekiller üstündeki bezemeler damgalar ve dayandığı halk inancı arasından sorgulanması gereken kültürel miraslardır.

Çıtlık ağacından yapılmış nazarlıkların en güzel örneklerini biz Denizli Çameli ilçesinde rahmetli Hayri Dev’in köyünde, çevre köylerde, Çanakkale Kazdağları'nın eteklerindeki köylerde, kadim Türk inancının halen hüküm sürdüğü  yaşatıldığı Türk köylerinde şükür ki halen görüyoruz

Çıtlık ağacı çitlembik, dağandağdağan, tağınaç gibi adlarla da anılıp latincesi celtis australis olan çıtlık her türlü toprak ve zor iklim koşullarına dayanıklı, her türlü zararlıya dayanıklı, uzun yaşayan bir ağaç. belki de bu sebepten Türkler ona kutsallığa yakın bir saygı ve sevgi besliyor. hava kirliliğine, sıcağa, kuraklığa ve toza çok dayanıklı olduğundan neredeyse her şartta yetişiyor Yakut ve Altay Türklerinde yaşam ağacına dünya ağacı da deniyor. bu, dünyayı ortasından (göbeğinden) öte aleme ve demirkazık yıldızı’na bağlayan, dalları aracılığıyla şamanlara yeryüzünden yüksek gök katlarına yolculuk yapma olanağı sağlayan bir ağaç ve buna demir ağaç* da deniliyor. çıtlık/dağandan nazarlık yapılması, sağlam olması yanı sıra demir ağaç benzetmesine uyup ayrıca uzun yıllar ayakta kalabilmesi açısından dünya/yaşam ağacı olma olasılığınıda yansıtıyor.

Denizli'de çıtlık ağacından yapılmış şamanik korunma nazarlıklara çetele’de deniyor

Özelikle Denizli Çameli’de yapılan çıtlık ağacından kullanılan bir sembol var ki bu sembol EM-AM” damgası. Bir Türk damgası olarak bilinmekte. Sosyolojik açıdan bakıldığında damgalar, yazılı tarih öncesi bir kimlik ifadesinin ve bir varoluşsal mücadelenin sembolik anlatımıdır denilebilir. Bir anlamlandırma sistemi olarak damgalar, bir toplumun kendi kendisi hakkındaki bilincini temsil etmektedir. Bu yönüyle damgalar, sadece toplum için değil, bireyin evreni sosyokültürel açıdan da yeniden anlamlı kılmasında önemli bir rol oynamıştır. Söz konusu nitelikleri ile damgalar, Türk toplulukları için adeta bilişsel bir rehber işlevini görmüşlerdir. Damgalar, yazılı tarih öncesi Türk sözlü tarihinin temel sembolik basamaklarıdır. Mustafa Aksoy’un verdiği bilgilere göre damgaların bazıları, Türklerin ilk alfabesi olan Runik alfabesinin bazı harflerini meydana getirmiştir. Türk adının yazılı olduğu günümüzdeki en eski belge olan Orhon Abideleri de runik alfabe ile yazılmıştır. Yani Türklerin halı, kilim, mezar gibi eserlerde kullandıkları damgalar, bazen harf, bazen arma, bazen süs, bazen de bir statü aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.”

Her ne kadar Çameli nazarlıklarında kullanılan EB-EM  damgasının kökeni hakkında bilimsel doyuruculuğu olan ayrıntılı incelemeler yapılmamış olsa da eldeki mevcut çalışmalar doğrultusunda şu bilgileri verebiliriz: Türklerde Kıpçak ve Oğuzlarda kadının dişilik organına “EM” denilmektedir. “UM-AY” ise hem “doğum ve bereketin” sembolü hem de “yakın zamanlarda doğan çocuğun eşi-sonu” (Kaşgarlı Mahmud – Dîvânu Lugâti’t-Türk) olarak da adlandırılmıştır. “EM”, “EMME”, “EMİK”, “MEME” gibi kadınlığı işaret eden sözcükler de bu kökenin doğrudan “kadın, doğum, bereket” ile ilgisi olduğunu göstermektedir. Damganın şekilsel betimlemesinde kadının dişilik organını hatta daha genel anlamıyla ana rahmini ve doğumu simgelediği anlaşılmaktadır. Bu yönüyle bu damga, Türklerin yaratılışı nasıl anlamlandırdığı ve yorumladığı konusunda da ayrıca bilimsel tartışmaları gerekli kılmaktadır. Genel olarak Türkler yaratılışı ve çoğalmayı, bazı kültürlerde ve inanç kalıplarında olduğu gibi heykeller ve kabartmalarla değil, damgalar aracılığıyla anlatmak ve yorumlamak tercihinde bulunmuşlardır. Özetle Türkler, görsel anlatımlarla değil, kazılı damgalarla daha soyut bir sembolik anlatımla varoluşu anlama ve yorumlama çabası içerisinde olmuşlardır diyebiliriz.

Yazıda sunduğumuz bazı fotoğraflar bu toplumsal dip hafızanın nerelere dayandığını gözler önüne sermektedir. Bazıları dokuz boğumlu bazıları Hitit güneş kursunu anımsatmaktadır. Damgalar araştırılması gereken bir konudur.