30 Ekim 2021 Cumartesi

Sümerler/ Muazzez İlmiye Çığ

 



Muazzez İlmiye Çığ dünyaca ünlü bir Sümerolog, bilim insanı ve tarihçi. DW Türkçe'nin sorularını yanıtlayan 106 yaşındaki Çığ, Sümer tabletlerinde rastladığı çarpıcı bilgileri anlattı.

Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin ilk mezunlarından biri olan Muazzez İlmiye Çığ dünyanın en önemli Sümerologları arasında bulunuyor. DW Türkçe'nin sorularını yanıtlayan Çığ, Sümerlere ilişkin çarpıcı bilgiler aktarıyor. "Sümerlerin kökeninin Türk" olduğunu savunan Çığ, Sümerlere dair hâlâ birçok konunun bilinmediğini ifade ediyor. Sümerlerle günümüz arasında bağlantı kuran Muazzez İlmiye Çığ, Türkiye'de faaliyet gösteren tarikatları de eleştirerek, "Bunların yeniden kapatılması lazım" diyor.

Muazzez İlmiye Çığ, Sümerlerin "Muazzam bir millet" olduğunu belirterek, şunları anlatıyor:

"Bir kere yazıyı icat etmişler ve her alanda kullanmışlar. Bilim yapmışlar, matematiği yapmışlar, astrolojiyi yapmışlar. Bunlar hep Yunanlılarda deniyordu. Şimdi bunların hepsi Sümerlerde çıktı. Sümerleri söyleyemiyorlar, korkuyorlar. O'nun için Avrupa'da hep kenara atarlar. Bizdeki kadar Sümer bilen yok Avrupa'da."

"Sümer tabletlerinde gizlenen şeyler var mı?" sorusunu "Yok, ben ona inanmıyorum. Ben bunlara inanmıyorum uzayla ilgili. Çünkü bugün uzay, saniyesi saniyesine kontrol altında. Ölen yıldızları, doğan yıldızları buluyorlar. Böyle bir şey olsa muhakkak görecekler" sözleriyle yanıtlıyor.

"Kanıtlanmayınca bir şeye inanılmaz" diyen Muazzez İlmiye Çığ sözlerini şöyle sürdürüyor:  "Atatürk de öyle diyor. Kanıtlayın, her şeyi kanıtla istiyor. Siz biliyor musunuz Atatürk Hatay'ı alırken ne yapmış? Orta Asya'nın büyük bir haritasını getirtmiş. Orada, Hatay'da bulunan su ve yer adlarını bulmuş. Ona göre diyor ki, 'İşte bizim halkımız oradan geldi, bu adları koydu, burada ilk olarak Türkler hakimdi.' Atatürk böyle kanıt istiyor her şeyde."

Sümerler Türk mü?

Atatürk'e "Sümerlerin Türk" olduğunu söylenince "Kanıtlayın" dediğini aktaran Muazzez İlmiye Çığ, "Atatürk kanıt olmayınca kabul etmiyor. Ben şimdi kanıtladım. Bir kişinin kanıtlaması kafi değil. Bir Türkmen'le beraber. O da bir kitap yazdı bu konuda. İkimizinki aşağı yukarı birbirine benziyor.  O ve ben diyoruz ki, Sümerlerin kökeni Türk'tür" diye anlatıyor. 

Ancak bu tezin herkes tarafından kabul görmediğine işaret eden Çığ, "Fakat diyorlar ki dil bir milletten, başka millete geçebilir. Aynı kökenden olduğu söylenemez. Kültür bağları lazım. Biz şimdi o Türkmen arkadaşla kültür bağları bulduk. Pek çok kültür bağları bulduk" diyor.

Sümerler hakkında hâlâ bilinmeyen bir çok yan olduğuna dikkat çeken Çığ, Sümer tabletlerinde rastladığı ilginç bilgileri de aktarıyor.

Başörtüsünün kökeni tarihte

Muazzez İlmiye Çığ, Sümerlerde "seksin ayıp olmadığını" belirterek, Sümer mabetlerinde vaktiyle seks yapan kadınlar olduğunu anlatıyor: "Onlar kutsal kadın sayılıyor. Yani mabette kutsal olarak kabul ediliyor. Bu çok önemli. Onlar bir nevi eğitici gibi."

"Bu kadınların başlarına bir örtü örterek, kendilerini diğer rahibelerden ayırıyorlarmış" diyen Muazzez İlmiye Çığ, başörtüsünün tarihine ilişkin şu bilgileri paylaşıyor: "Sonra 1600'lerde bir Asur Kralı çıkıyor, diyor ki bundan sonra bütün evli ve dul kadınlar dışarı çıkarken başlarını örteceklerdir. Kızlar ve sokak fahişeleri örtemeyecektir. Bunu ilk Yahudiler alıyor. Hala onlar evlendiklerinde başlarını örtüyorlar. Yani bu adet Yahudilere geçiyor, hatta Romalılarda başörtüsü var. Onlarda da başörtüler var. Başörtü yani saygınlığı ifade ediyor. Hititlerde aynı şekilde saygınlığı ifade ediyor."

Çığ, Kur'an-ı Kerim'de ise örtünmeyle ilgili bilgi olmadığını belirterek, "Sonradan uyduruyorlar. Kuran'ı açın, bakın yok" diyor.

"Tarikatlar kapatılmalı"

Kur'an-ı Kerim'e göre tarikatların da kapatılması gerektiğini söyleyen Çığ, bazı tarikatların "Dokuz yaşında çocuk evlenebilir" demesini eleştiriyor. "Sümerlerde bile, 4000 yıl önce ben diyor, küçük bir kızla evlenecek kadar aptal değilim diyor. Tabletlerde yazıyor. Bunlar, bu şekilde din diye bunlar çıkıyor. Çok ayıp şeyler" diyor.

"Biz bambaşka türlü yetiştik, bunlar bambaşka. Ben de dindarım. Ben onlardan çok, gelsinler ben dünya kadar şey biliyorum. Kuran'dan şeyler biliyorum ezbere" diyen Muazzez İlmiye Çığ, sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Bunların yeniden kapanması lazım. Çünkü Kuran'da zaten yazıyor. Yollara ayrılmayın, tarikatlara ayrılmayın diyor. Kuran madem bizim dinimizin kitabıdır, onu tutmaları lazım. Niye ayrılıyorsunuz. Mezheplere ayrılmamak lazım. Kuran ne yazıyorsa ona göre şeydir."

Kur'an-Kerim'in Türkçesinin okunması gerektiğinin altını çizen Çığ, "Kuran'ın Türkçesini okutmadılar. Atatürk'ün en büyük faydası dinimize, Kuran'ı dilimize tercüme etmesi oldu. Farsça'ya tercüme edilmiş Kuran, bütün dillere tercüme edilmiş, Türkçe'ye tercüme edilmez. Neden edilmesin ya?" şeklinde konuşuyor.

Atatürk'ün öldüğü gün

Türkiye'de Atatürk dönemini gören bilim insanlarından biri olan Çığ, "Atatürk'ün öldüğü günü hiç unutmadığını" söylüyor. Çığ, o günü şu sözlerle anlatıyor: 

"Birden bire ölüm haberi geldi. Nasıl bir vaveyla koptu. Bütün arkadaşlar, kız erkek, herkes birbirine sarılıp ağlıyor. Babamız gitti diye. Bakın bugün de ağlıyorum. O kadar fena olduk. O günler ağlamayan kimse kalmadı. Ne kadar çok seviliyormuş... Böyle bir ölüm, böyle bir acı hiç dünyada olmamıştır. Bunu anlatamıyorlar hiçbir yerde anlatılmıyor."

Muazzez İlmiye Çığ kimdir?

20 Haziran 1914'te Bursa'da doğdu. Birinci Dünya Savaşı'nın başlama nedeni olarak kabul edilen Arşidük Franz Ferdinand suikastinin olduğu gün henüz 8 günlük bir bebekti. Osmanlı İmparatorları Mehmet Reşat ve Vahdeddin döneminde yaşadı. Birinci Dünya Savaşı'ndan, Kurtuluş Savaşı'na, Cumhuriyet'in kuruluşundan, Atatürk'ün devrimlerine kadar Türkiye tarihinin en önemli ve zor zamanlarına şahitlik etti. Genç Cumhuriyet'in kadınlara tanıdığı fırsatlardan yararlanarak, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin ilk mezunlarından biri oldu. Haziran ayında 107 yaşına giren Muazzez İlmiye Çığ, halen Mersin'de yaşıyor.

Bir kaç tavsiyem var

 




Bir şarkın olsun. Senin olsun. Hayatına her giren insana “bu benim şarkım bak” diye dinlet. Bir gün o kişinin hayatından çıktığında bir radyoda denk gelirse, seni hatırlasın.

Tek bir parfümün olsun. Özdeşleşmek iyidir. Dünya bu illa ki bir tek sen kullanmayacaksın. Öyle bir sana ait olsun ki, bir yabancıda bile duysa “acaba burda mi” diye kokuyu duyanın gözü seni arasın.

Bir tane en yakın arkadaşın olsun. Sadece kötü günde değil, iyi günde de aradığın ilk kişi olsun. Birlikte düşün, birlikte kalkın. Birbirinizi toparlayın. Yaralarınızı sarın. Herkes gittiğinde “şanssızlığınıza” biraz gülün, biraz ağlayın.

Bir tane çok büyük aşkın olsun. Rakıya bahane olsun. Bir dönem çok sevmiş ol, bi dönem nefret etmiş. Her şey küllendikten sonra tebessümle hatırla. Biraz da bi yanin acıyarak. “O olsaydı nasıl olurdu acaba hayatım?” diye sorgulayarak. Artık bir şey hissetmesen de “başına bir şey gelse yine de ilk ben koşarım” diyecek kadar. Unutma, masallar mutlu sonla, efsaneler kavuşamamakla biter.

Bir evlat edin. Bir kedi olur, bir köpek de. Ama olsun. Kapılarını aç. Senden olmayan ama senin ilgine bakımına muhtaç bir kalbin atışlarını ellerinde hisset. Bir canlının hayatını değiştirmek acayip bir şey. Birinin kahramanı olmak istersen bundan büyük fırsat olamaz. Sevmek çok güzel. Hele bir de her koşulda sevilmek.

Bol bol kitap oku biri seni derinden etkileyene kadar oku. Onu bulduğunda kimseyle paylaşma. O hikaye senin. Beğenmediğin sayfayı yırt sevdiğin yerleri yıldızlarla donat. Başucunda dursun. Belki bir gün biri gizlice o sayfaları keşfeder. Seni daha iyi tanıma imkanı olur.

Salaş bir restaurant edin. Patronundan garsonuna kadar tanı. Kafan mı bozuk, mekan dolu mu, sana yer açacakları kadar müdavimi ol. Bir masan olsun hep oturduğun. Bir başına gitsen bile başına bir şey gelmeyeceğini bil. Bir gün belki kapanır ya da yıkılır. Ama sen önünden her geçtiğinde “burda eskiden hep bi yerim vardı” dersin.

Bir hobin olsun. Kaçmak için. Hiçbir şey düşünmediğin. Dünyadan uzaklaşabildiğin. Onunla övün. En iyi yaptığın şey olsun. Insanlar şaşırsın. Senin icin çocuk oyuncağı olsun.

Bir şey iste. İmkansız olsun. Peşinden koş. Yorul. Defalarca vazgeç. Defalarca dene. Susmanın çaresizliğini de yaşa bağırmanın da. Uykuların kaçsın. Düşündükçe saç diplerin bile uyuşsun. Her ne ise bu istediğin, aşk da olur iş de. Bağrına taş bas gerekirse. Yeter ki gece yatağına yattığında “ben elimden geleni yaptım” de. Bazen kazanamamış olsan da, yapabileceklerinin ya da bir şeyi delice istemenin limitini görmek de zaferdir.

Vakit ayırdığın bir ailen olsun. Yarın kaybettiğinde keşke daha çok zaman ayırsaydım demeyeceğin. Pişmanlık kötüdür. Bir daha geri getirmeye gücünün yetmedikleri içinse, iskence. Kıymetini bil. Yarin ne olacağı belli degil. Kalp krizi dediğin bir kaç saniye. Kalp kırma.

Sınırların olsun aşılamayacak. Duvarların olsun yıkılamayacak. Herkes bilsin. Ona göre davransın.

Bir alanın olsun metre karesi dert değil. Kapısını kapattığında gercek sen olabildiğin. Dört duvardan birininin dibine çöküp ağlayabildiğin. Güçsüzlüğünü yaşayabildiğin. Sonra daha güçlü kalkabildiğin. Kaldığın yerden devam edebildiğin. İnsan en Çok kendini özlüyor çünkü.

Bir sevdiğin olsun tabi. Belki hayallerindeki gibi olmaz koşullar ama bir şeyleri birlikte var etmenin tadı bi başka. Para amaç değil araç olsun mutluluğuna. Olmadığı zaman da elindekini cömertçe paylaşabil. En çok onla gül. Saatlerce muhabbet edebil. Birbirinize ulaşamadığınızda, “başka biriyle mi acaba” diye değil “başına bir şey mi geldi” diye endişelen. İlişkini başkalarıyla kıyaslama. Biri sevdiğini çok söyler, biri daha çok gösterir. Sen de biri eksikse bu seni daha az seviyor demek değildir.Telefon karıştırmakla ömür geçmez. Bir insan bir şey yapmak isterse yapar. Kalbin temizse, sen araştırmadan da karşına çıkar korkma. Sonuna kadar güven. Bir gün kırılırsa kalp yenisini inşa eder.

VE

Kalbini temiz tut. Çevreni de. Unutma yaptığın her iyilik bir gün sana geri döner.

Meriç Keskin

28 Ekim 2021 Perşembe

Atatürk'ün 'Efendiler yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz' sözünün hikayesi

 






Türkiye' de "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" anlayışını devlet yönetimine kabul ettiren, demokrasiyi yücelten Cumhuriyet'in ilanı üzerinden tam 98 yıl geçti.

Cumhuriyet Bayramı'nın 98. yılı, yarın tüm yurtta coşkuyla kutlanacak.

Dolayısıyla bugün Mustafa Kemal Atatürk'ün, Cumhuriyet'i ilan etmesine bir gün kala söylediği "Efendiler! Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz" sözü akıllara geldi.

Peki Mustafa Kemal Atatürk, bu sözü nerede söyledi?

İşte o sözün merak edilen hikayesi...

"YEMEK SIRASINDA 'EFENDİLER YARIN CUMHURİYET'İ İLAN EDECEĞİZ' DEDİM"

Atatürk, Cumhuriyet'in ilanını duyurduğu geceden Nutuk adlı eserinde kendi ağzından detaylıca bahsetmiştir.

Nutuk'ta yer alan anekdot şöyle:

"Gece olmuştu Çankaya'ya gitmek üzere Meclis binasından ayrılırken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemâlettin Sami ve Hâlit Paşa'lara rastladım. Ali Fuat Paşa Ankara'dan hareket ederken bunların Ankara'ya geldiklerini o günkü gazetede'Bir uğurlama ve bir karşılama' başlığı altında okumuştum. Daha kendileriyle görüşmemiştim. Benimle konuşmak üzere geç vakte kadar orada beklediklerini anlayınca, akşam yemeğine gelmelerini, Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa vasıtasıyla kendilerine bildirdim. İsmet Paşa ile Kâzım Paşa'ya ve Fethi Bey'e de Çankaya'ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya'ya gittiğim zaman, orada, beni görmek üzere gelmiş bulunan Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref Bey'lerle karşılaştım. Onları da yemeğe alıkoydum. Yemek sırasında, 'Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz' dedim.

"O DAKİKA NASIL HAREKET EDİLECEĞİNİ PLANLADIK"

Orada bulunan arkadaşlar, derhal düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikadan itibaren, nasıl hareket edileceği konusunda kısa bir program yaparak arkadaşları görevlendirdim. Efendiler, görüyorsunuz ki, Cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara'da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ederek onlarla görüşüp tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü onların da aslında ve tabiî olarak benim gibi düşündüklerinden şüphe etmiyordum. Halbuki, o sırada Ankara'da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden, düşünce ve rızaları alınmadan Cumhuriyeti'n ilân edilmiş olmasını bize gücenme ve bizden ayrılma sebebi saydılar."

 'Efendiler yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz'

 






Ankara

Türkiye'de "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." kuralını devlet yönetimine yerleştiren ve demokrasiyi taçlandıran Cumhuriyet'in ilanının üzerinden 98 yıl geçti.

Milli Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türk devletinin yüzünü çağdaşlaşma ve demokrasiye çevirdi.

Ankara'nın, Türkiye'nin hükümet merkezi olmasının ardından mevcut rejimin isminin de bütün açıklığıyla konulması, yeni devletin başkanının da seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar devlet başkanlığı görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa tarafından yürütülmüştü.

Bazı yabancı ülkeler de Lozan Antlaşması'nın onayı için Türkiye'deki yeni devlet rejiminin daha açık şekilde belirlenmesini istiyordu. Bu sıralarda İcra Vekilleri Heyeti'nin istifası ve Meclisin güvenini kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamaması da bu soruna acil çözüm gerektirdi.

25 Ekim 1923'te ise hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Atatürk'e, cumhuriyeti ilan etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına "Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz." diyerek fikrini açıkladı.

Atatürk o gece, İsmet İnönü ile 1921 Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı.

"Türkiye Devleti bir cumhuriyettir"

AA Arşivi'ndeki bültene göre, Meclis, 29 Ekim 1923 Pazartesi saat 18.00'de İsmet İnönü başkanlığında toplandı. Anayasa Komisyonu tarafından sunulan ve anayasa değişikliğini içeren teklif acilen görüşülmesi için gündeme kaydedildi.

Görüşe sunulan tasarıda şu hükümler yer aldı:

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Ulusal işlerin fiili idarenin yönetim şekli halka dayanmaktadır. Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.

Türkiye Devleti'nin dini İslam, resmi dili Türkçedir.

Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı, Genel Kurulun toplantısında bir yasama dönemi süresi için kendi üyeleri arasında Millet Meclisi tarafından seçilir. Cumhurbaşkanı görevini halefi seçilene kadar sürdürür. Geçmiş başkan yeniden seçilebilir.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Türk Devleti'nin başıdır. Bu sıfatıyla gerekli gördüğü zaman, Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulunun başkanlığını yapar.

Kurul Başkanı, Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar yine milletvekilleri arasında, Kurul Başkanı tarafından seçilir. Kurulun listesi Büyük Millet Meclisinin onayına, Cumhurbaşkanı tarafından sunulur."

Yaşasın Cumhuriyet" sesleri ve alkışlar...

Komisyon adına söz alan Yunus Nadi Bey, Mondros Mütarekesi'ne kadar yaşanan olayları hatırlatarak cumhuriyetin ilanının gerekliliğini dile getirdi. Daha sonra kürsüye çıkan Vasıf Bey, cumhuriyeti övdü.

Daha sonra Eyüp Sabri Hoca Efendi, gecikmeden cumhurbaşkanının seçimiyle devam edilmesini talep etti.

Konuşmaların ardından tasarı saat 20.30'da oturuma katılan 158 üyenin tamamının oyuyla kabul edildi. Cumhuriyetin ilanı "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri ve alkışlarla karşılandı.

"Türkiye, dünya devletleri arasında tuttuğu yere layık olduğunu ispat edecektir"

Cumhuriyetin ilanından ardından cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada 158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal, TBMM tarafından yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhurbaşkanı unvanıyla kürsüye çıkan Mustafa Kemal Paşa'nın Meclise hitabı TBMM kayıtlarında şöyle yer aldı:

"Efendiler; asırlardan beri Doğu'da haksızlığa ve zulme uğramış olan milletimiz, Türk milleti, gerçekte soydan sahip bulunduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannediliyordu.

Son yıllarda milletimizin fiili olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkında kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel ispat etti.

Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükümetin yeni adıyla medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.

Arkadaşlar; bu yüksek rejimi yaratan Türk milletinin son dört yıl içinde kazandığı zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendini gösterecektir. Bendeniz, kazandığım bu güven ve itimada layık olmak için pek önemli gördüğüm bir noktadaki ihtiyacı arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüce heyetinizin şahsıma karşı gösterdiği sevgi, güven ve desteğin devamıdır. Ancak bu sayede ve Tanrı'nın yardımıyla, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri en iyi şekilde yapabileceğimi ümit ediyorum.

Daima sayın arkadaşlarımın ellerine çok samimi ve sıkı bir şekilde yapışarak, kendimi onların şahıslarından bir an bile uzak görmeyerek çalışacağım. Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır."

27 Ekim 2021 Çarşamba

Çıtlık ağacı

 


Nazarlık binlerce yıl boyunca farklı kültürlerde farklı formlarda kullanılan bir simge olarak önemini korudu ve günümüze ulaştı

Dünyada mistik kötü güçlere, kem gözlere karşı nazarlık en yaygın koruyucu olarak işlev görmüştür. Nette dolaşırken bir açıklamasına denk geldiğim Bahçeşehir Üniversitesi'nden sanat tarihi profesörü Dr. Neşe Yıldıran, ilk nazar boncuğunun M.Ö. 3300'lü yıllara dayandığını söylüyor. "Mezopotamya'nın en eski şehirlerinden biri olan ve bugünkü Suriye sınırları içinde olan Tell Brak'taki kazılarda nazar boncuğu bulundu. Kaymak taşından oyma geometrik figürler şeklindeydi."

Ama bizim nazarlık deyince aklımıza ilk gelen mavi boncuk oluyor. Halbu ki kadim Türk inancında çok çeşitli nazarlıklar var buguün bunların çoğu unutulmuş durumda ya da süs eşyası olarak kullanılmakta.

“Modern dünyada nazarlık farklı biçimlerde kullanılmaya başlanınca anlamı ve tarihi unutulup gidecek mi?” diye merak ediyor insan. Son dönemlerde, özellikle moda alanında nazarlık kullanımı gibi bazı kullanım biçimleri kültürel değerlere el konması kaygılarını artırıyor.

Kökü binlerce yıllık geçmişe dayanan bu halk inancının görsel ve maddesel verileri olan nazarlıklara moda ya da boncuk takı olarak bakmak herhalde bu mirasa yapılacak en büyük kötülüklerin başında geliyor.




Béu anlamda Türklerde çıtlık ağacından yapılan nazarlıklar hem yapıldıkları şekiller üstündeki bezemeler damgalar ve dayandığı halk inancı arasından sorgulanması gereken kültürel miraslardır.

Çıtlık ağacından yapılmış nazarlıkların en güzel örneklerini biz Denizli Çameli ilçesinde rahmetli Hayri Dev’in köyünde, çevre köylerde, Çanakkale Kazdağları'nın eteklerindeki köylerde, kadim Türk inancının halen hüküm sürdüğü  yaşatıldığı Türk köylerinde şükür ki halen görüyoruz

Çıtlık ağacı çitlembik, dağandağdağan, tağınaç gibi adlarla da anılıp latincesi celtis australis olan çıtlık her türlü toprak ve zor iklim koşullarına dayanıklı, her türlü zararlıya dayanıklı, uzun yaşayan bir ağaç. belki de bu sebepten Türkler ona kutsallığa yakın bir saygı ve sevgi besliyor. hava kirliliğine, sıcağa, kuraklığa ve toza çok dayanıklı olduğundan neredeyse her şartta yetişiyor Yakut ve Altay Türklerinde yaşam ağacına dünya ağacı da deniyor. bu, dünyayı ortasından (göbeğinden) öte aleme ve demirkazık yıldızı’na bağlayan, dalları aracılığıyla şamanlara yeryüzünden yüksek gök katlarına yolculuk yapma olanağı sağlayan bir ağaç ve buna demir ağaç* da deniliyor. çıtlık/dağandan nazarlık yapılması, sağlam olması yanı sıra demir ağaç benzetmesine uyup ayrıca uzun yıllar ayakta kalabilmesi açısından dünya/yaşam ağacı olma olasılığınıda yansıtıyor.

Denizli'de çıtlık ağacından yapılmış şamanik korunma nazarlıklara çetele’de deniyor

Özelikle Denizli Çameli’de yapılan çıtlık ağacından kullanılan bir sembol var ki bu sembol EM-AM” damgası. Bir Türk damgası olarak bilinmekte. Sosyolojik açıdan bakıldığında damgalar, yazılı tarih öncesi bir kimlik ifadesinin ve bir varoluşsal mücadelenin sembolik anlatımıdır denilebilir. Bir anlamlandırma sistemi olarak damgalar, bir toplumun kendi kendisi hakkındaki bilincini temsil etmektedir. Bu yönüyle damgalar, sadece toplum için değil, bireyin evreni sosyokültürel açıdan da yeniden anlamlı kılmasında önemli bir rol oynamıştır. Söz konusu nitelikleri ile damgalar, Türk toplulukları için adeta bilişsel bir rehber işlevini görmüşlerdir. Damgalar, yazılı tarih öncesi Türk sözlü tarihinin temel sembolik basamaklarıdır. Mustafa Aksoy’un verdiği bilgilere göre damgaların bazıları, Türklerin ilk alfabesi olan Runik alfabesinin bazı harflerini meydana getirmiştir. Türk adının yazılı olduğu günümüzdeki en eski belge olan Orhon Abideleri de runik alfabe ile yazılmıştır. Yani Türklerin halı, kilim, mezar gibi eserlerde kullandıkları damgalar, bazen harf, bazen arma, bazen süs, bazen de bir statü aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.”

Her ne kadar Çameli nazarlıklarında kullanılan EB-EM  damgasının kökeni hakkında bilimsel doyuruculuğu olan ayrıntılı incelemeler yapılmamış olsa da eldeki mevcut çalışmalar doğrultusunda şu bilgileri verebiliriz: Türklerde Kıpçak ve Oğuzlarda kadının dişilik organına “EM” denilmektedir. “UM-AY” ise hem “doğum ve bereketin” sembolü hem de “yakın zamanlarda doğan çocuğun eşi-sonu” (Kaşgarlı Mahmud – Dîvânu Lugâti’t-Türk) olarak da adlandırılmıştır. “EM”, “EMME”, “EMİK”, “MEME” gibi kadınlığı işaret eden sözcükler de bu kökenin doğrudan “kadın, doğum, bereket” ile ilgisi olduğunu göstermektedir. Damganın şekilsel betimlemesinde kadının dişilik organını hatta daha genel anlamıyla ana rahmini ve doğumu simgelediği anlaşılmaktadır. Bu yönüyle bu damga, Türklerin yaratılışı nasıl anlamlandırdığı ve yorumladığı konusunda da ayrıca bilimsel tartışmaları gerekli kılmaktadır. Genel olarak Türkler yaratılışı ve çoğalmayı, bazı kültürlerde ve inanç kalıplarında olduğu gibi heykeller ve kabartmalarla değil, damgalar aracılığıyla anlatmak ve yorumlamak tercihinde bulunmuşlardır. Özetle Türkler, görsel anlatımlarla değil, kazılı damgalarla daha soyut bir sembolik anlatımla varoluşu anlama ve yorumlama çabası içerisinde olmuşlardır diyebiliriz.

Yazıda sunduğumuz bazı fotoğraflar bu toplumsal dip hafızanın nerelere dayandığını gözler önüne sermektedir. Bazıları dokuz boğumlu bazıları Hitit güneş kursunu anımsatmaktadır. Damgalar araştırılması gereken bir konudur.

26 Ekim 2021 Salı

Latmos kõrfezi


 



Latmos körfezi

 

Maiandros Deltasındaki Antik Kentler, Priene, Milet, Thebe, Didyma, Herakleia, Myous







MİLET/MİLETOS/MİLAWANDA
Arkaik Dönem’de kent nüfusunun güçlü bir Karia öğesi içerdiği ve Thales’in babasının da Karialılara özgü Eksamyes adını taşıdığı bilinmektedir. Miletos, Anadolu’daki Yunan kolonizasyonu konusunda çok erken tarihlere ait bulgular veren kentlerden biridir. En erken keramik örneklerinden bazıları, Minos Çağı Girit keramikleri ile yakınlıklar göstermektedir. Miletos İ.Ö. 1400 ve 1200 yılları arasında önemli bir Myken yerleşmesine de sahne olmuştur. Ana yerleşme , sonraları stadionun kurulduğu tepede yer alır. Burada sürdürülen kazı sonucunda bir megaron ve ilişkili yapılar ortaya çıkarılmış, çanak-çömlek fırınları saptanmıştır. Tepe İ.Ö. 1200 dolaylarında , Hititlerin başkenti Boğazköy ve Kıbrıs’ta Enkomi savunma duvarlarına benzeyen, kazamatlı bir sur duvarı ile çevrelenmiştir. Miletos surları Batı Anadolu’nun bu dönemdeki güvensiz ortamına tanıklık etmektedirler. Daha sonraki İon kolonistlerini Kodros oğullarından Neileus’un yönettiği söylenir. Kolonistler buraya ayak bastıklarında, yerli Karialılar ve Girit’te aynı adı taşıyan bir kasabadan göç etmiş Giritlilerin oluşturduğu bir topluluk ile karşılaşmışlardı. Herodotos’un anlattığına göre yanlarında hiç kadın getirmeyen İonlar, kentteki erkekleri öldürerek dul eşleri ile evlendiler. Bu olay üzerine, kadınlar eşleriyle sofraya oturmamaya ve onlara adlarıyla seslenmemeye ant içtiler.

İon Miletos olağanüstü derecede zenginleşti. Erken dönemlerde Yunan dünyasının en büyük kenti olduğuna kuşku yoktur. Kentin uygun konumu , Atinalı atalardan gelen girişimcilik ruhu ile birleşince Miletoslular , o çağın denizcileri arasında ilk sıraya geçtiler. Kara yönünde bağlantılar zayıftı. Bugün, Miletos’un Maiandros vadisi boyunca uzanan kervan yolları üzerinde bir durak yeri işlevi taşıdığı sanılabilir; oysa ekli haritaya bir bakış, antik çağda böyle bir durumun kesinlikle söz konusu olmadığını gösterecektir. Priene ve Myus bu bakımdan daha uygun konumda bulunmaktadırlar. Yol , günümüzdeki gibi Ephesos’tan geçmiştir.

Miletoslular denizler üzerinde rakip tanımadılar. İ.Ö. 8. yüzyıl kadar erken bir dönemde , özellikle 7. yüzyılda Hellespontos, Propontis ve Euksenios kıyılarında birçok koloni kurdular. Miletos, kolonilerinin toplam sayısı doksanı buluyordu. Hiç kuşku yok, kolonilerin tümünde nüfusu yalnızca Miletoslular oluşturmamıştı. Dışlanmış kişiler, sürgünler ve yeni bir yurt arayan diğerleri için ana kent, daha çok bir yol gösterici görevini taşıyordu. Bu tür kişiler, Miletos’ta toplanıp gönderilecek ilk topluluğa katılmış olmalıdırlar. Koloniler ile yapılan ticaretin kentteki zenginliği arttırdığı kesindir.

Maddi alandaki refaha, düşün alanındaki parlak başarılar eşlik ediyordu. Miletos gerçi bu konuda eşsiz değildi. Ephesoslu Herakleitos, Prieneli Bias, Kolophonlu Ksenophanes ve başkaları Miletos’un tek olmadığını kanıtlamaktadır. Ama Miletos’un hepsine önderlik ettiği tartışmasız kabul edilebilir. İlk önce Thales’in adı anılmalıdır. Onun , suyu evrendeki ana madde olarak nitelediğine ve İ.Ö. 585 yılındaki güneş tutulmasını önceden hesapladığına yukarıda değinilmişti. Kroisos ordularının geçmesi amacıyla, Thales’in Halys Nehri’nin yatağını değiştirdiği de anlatılır. Bir gün birisi, bütün akıl ve bilgisine karşın yoksul bir yaşam sürdüğünü söyleyip ünlü düşünüre sataşınca, Thales pratik ve etkili bir karşılık vermiştir: Astronomi alanındaki çalışmalarının yardımıyla, gelecek yıl zeytin hasadının bol olacağını hesaplayarak Miletos’taki tüm zeytin preslerini satın alır; sonra da bunları yüksek bir ücret karşılığında başkalarına kiralar. Böylece düşünürlerin de eğer isterlerse , zengin olabileceklerini kanıtlar. “Fakat” (diye ekliyor olayı anlatan tarihçi) “zenginlik , düşünürün gözünde bir amaç değildir.” Öğrendiğimize göre Thales , bir çember içine dik üçgen çizmeyi başaran ilk kişidir; bunu kutlamak için bir öküz kurban eder, yani kendine iyi bir ziyafet çeker. Düşünürün bir diğer başarısı da Mısır piramitlerinin yüksekliğini hesaplamaktır. Bunu bir insanın gölgesinin, gerçek boyuna eşitlendiği saatte piramitlerin gölgesini ölçerek gerçekleştirir. Thales’in en ünlü sözü, “Kendini bil” mesajını verir ve Delphoi’daki Apollon Tapınağı’na kazınmıştır. Çağımız insanına belki aykırı görünecek bir başka sözünde ise Thales, tanrılara üç şey için şükran duyduğunu belirtmiştir; hayvan değil insan, kadın değil erkek ve barbar değil Yunanlı olduğu için. Antik çağın Yedi Bilgesi’ni sıralayan listeler arasında büyük tutarsızlıklar görülmesine karşın, hepsinde üç ad yinelenir. Bunlar Miletoslu Thales’in, Prieneli Bias’ın ve Atinalı Solon’un adlarıdır.

Doğa bilimleri alanında Thales’i yurttaşları Anaksimenes ve Anaksimandros izler. Birincisi evrendeki ana maddeyi havanın oluşturduğunu, havanın yoğunlaşma ve gevşeme süreci ile maddenin diğer biçimlerini ürettiğini ileri sürmüştür. Anaksimandros ayrı bir ana maddeye ilişkin ayrı bir sav ile ortaya çıkar: Ana maddeye “Sonsuzluk” adını verir. Belki de buna – hem sonlu hem de somut olduğundan – “Sınırsızlık” demek daha doğrudur. Burada “Sınırsız” sözcüğüyle, özelliklerin veya niteliklerin sınırsızlığı ifade etmektedir; öyle ki onun bölünmesi, görebildiğimiz dünyadaki somut varlıkları yaratır.

Miletoslular aynı zamanda coğrafyanın babası olarak tanınırlar. İlk dünya haritasını Anaksimandros çizmiştir. O kıtaları, denizleri ve nehirleri haritasına işlerken birtakım varsayımsal simetri ilkelerini göz önünde tutmuş ve anlaşılan hiç gezmemiştir; ortaya çıkan sonuç günümüzde bilinenlerin karşısında, büyük yanlışlıklarıyla dikkati çekmektedir. Coğrafya adlı eserinde, yurttaşının çizdiği haritayı açımlayan Hekataios’un durumu çok farklıdır. Hekataios, çok gezmiş ve kendi gözlemlerini dünyanın her yanından Miletos’a akan konuklardan duydukları ile tamamlayabilmiştir. Yapıtından günümüze ulaşan parçalar gözden geçirildiğinde, güvenilirliği saptanmaktadır. Herodotos sık sık Hekataios’tan alıntılar yapar, bir yandan da onu insafsızca eleştirir. Hekataios’un söylediği bir söz, İ.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda Yunanları ve özellikle Miletosluları gerçeğin peşine düşüren, yeni ruhu yansıtması açısından önemlidir. “Ben , bana doğru görüneni yazıyorum” demiştir Hekataios, “çünkü Yunanlıların anlattıkları öyküler hem çoktur , hem de saçma. “Hekataios’un ardılı Herodotos’u okuyanlar, saçma da gözükse, dünyanın bu Yunan öykülerinden yoksun kalması durumunda, gerçekten yoksullaşacağını hissederler ister istemez.

Düşünsel ve maddesel alanda zenginlik, Miletosluları yumuşatmamıştır. “Bir zamanlar” der daha geç bir atasözü, “Miletoslular yürekli kişilerdi.” Lydia kurallarından Gyges ve Alyattes’e başarıyla karşı koyan Miletoslular ile barış yapmaktan Kroisos bile hoşnut kalmıştı. Persler çok güçlüydüler, ama antlaşmaya rıza gösterdiler. Miletos böylesi bir ayrıcalıktan pay alan tek İon kenti olarak kaldı. Perslere vergi veriyor, bir tyran kenti kesinkes Pers buyruğu ile yönetiyordu, ama Miletos az ya da çok özgürdü yine.

İ.Ö. 500 yılındaki kötü talihli İonia Ayaklanması’nda Miletos’un oynadığı rol, Histaios’un romantik yaşamının bir uzantısı gibi gelişmiştir. Öykü 512 yılında, Pers Kralı Dareios’un yıkım getiren Skythia seferi ile başlar. Dareios’un ordusunda Yunan kentlerini yöneten tyranların meydana getirdiği bir donanma filosu görev almıştır. Bunların içinde Miletos tyranı Histaios da vardır. Tuna Nehri’ne varılınca Dareios, gemilerden oluşturdukları bir köprüden geçerek karaya çıkacaktır. Dareios karaya çıkmadan önce, üzerine altmış düğüm attığı bir ipi Yunan komutanlarına verir. Onlara her gün bir düğümü çözmelerini, tümü çözüldüğünde hala dönmemiş ise kendisini bırakıp, yurtlarına yelken açmalarını söyler. Sonra da yabanıl Skyth ülkesinin içlerine doğru yola çıkar. Geride kalan Yunanlılar altmış gün beklerler. Kral dönmemiştir. Onlar ne yapacaklarını düşünürken, bir Skyth topluluğu çıkagelir. Skythler köprüyü bozmaları için Yunanlıları ikna etmeye çalışırlar. Böylece Dareios’un yıkımını sağlayacaklar, özgürlüklerini güvence altına alacaklardı – çünkü bu sırada kral da Skyth ülkesinin içlerinde ciddi yenilgilere uğramaktadır. Yunanlılar bu öneriye kulak vermek üzereyken Histaios onları engeller, köprüyü korur. Sonunda Skythlerin kovaladığı Dareios, Tuna kıyısına ulaşıp, belirlenen sürenin bitmesine karşın, köprünün yerinde durduğunu görünce, öylesine sevinir ve minnettar kalır ki, Histaios’a gönlünden geçeni dilemesini buyurur. Histaios yakınında gümüş madenleri bulunan, Batı Thrakia’daki Myrkinos’u ister ve hemen burayı tahkim etmeye girişir. Fakat bu konumda bir Yunan kalesini kesinlikle onaylamayan Dareios, önce Histaios’u uyarır; sonra da onun gibi değerli bir dostu yanı başında gereksindiğini söyleyerek Pers ülkesinin başkentine çağırır. Histaios, Aristagoras’a gizlice bir köle gönderir. Kölenin başındaki dövme, “İonialıları ayaklanmaya teşvik et” çağrısını iletmektedir. Histaios bir ayaklanmanın baş göstermesi durumunda, Dareios’un ayaklanmayı bastırmak için kendisini İonia’ya göndereceği umudunu taşımaktadır. Bir süredir, servetini geri almak amacıyla aynı yola başvurmayı düşünen Aristagoras hiç duraksamaz. Ve beklenildiği gibi Histaios sahneye çıkar. Sözde, baş kaldıran Yunanlılara karşı Pers satrabına yardım edecektir. Gel gelelim satrap kuşkulanır ve onunla işbirliği yapmayı reddeder. Histaios kaçar, Byzantion’u işgal ederek korsanlığa başlar. Ama çok geçmeden Persler tarafından yakalanıp öldürülecektir. Herodotos öyküyü bu şekilde anlatmıştır.Modern tarihçiler ise onun anlatımındaki bazı olanaksız noktalara parmak basmakta güçlük çekmezler.




İ.Ö. 494 yılındaki Lade Savaşı, ayaklanmanın başarısızlığı ve Perslerin Miletos’u ele geçirmeleri kentin altın çağına son verdi. Daha önce bir kez bile kaba kuvvete boyun eğmeyen Miletos’ta olay korkunç bir felaket gibi algılandı. Atinalı bir oyun yazarının “Miletos’un Düşüşü” adlı tragedyası sahnelendiğinde, izleyicilerin gözyaşları seller gibi akmış, yazar 1.000 drakhme para cezasına çarptırılmıştı. Herodotos’un anlattıklarına bakılırsa, kent tahrip edilmiş, erkekler öldürülmüş, kadınlar ve çocuklar tutsak alınmıştı. Her şeye rağmen , bir kuşak sonra Miletos yine ayaklarının üzerinde doğrulabildi. Perslerin Yunanistan’da yenilgiye uğratılması ve Anadolu’daki Yunanlıların özgürlüklerine kavuşmasının hemen ardından kent, yeniden inşa edildi. Yaşamının kalan bölümünü artık bu konumda sürdürecekti. Miletos İ.Ö. 5. yüzyıl ortalarında Delos Birliği’nin bir üyesi olarak beş talent katkıda bulunuyor, Ephesos’un ödediği tutarın çok az bir farkla gerisinde kalıyordu. Bu dönemde kent çok miktarda gümüş sikke darbetti.

Şaşılası bir şekilde kendisini toparlamasına karşın Miletos, bir daha asla eski gücünü elde edemedi. Atina donanmasının üstünlüğü, Miletos’un deniz ticaretinde etkinliğini yitirmesine yol açmıştı ve bunun yerini tutabilecek hiçbir şey yoktu. Kentin kaderi, genel çizgileriyle bütün İonia’nın kaderini izledi. 4.yüzyılda Miletos ile Karia Kralı Maussollos ve babası Hekatomnos arasında yakın ilişkiler sürüldüğü konusunda veriler vardır.Kent bir süre onların egemenliğinde kalmış olabilir.EKA (tomnos) ve MA (ussollos) lejandı taşıyan Miletos sikkeleri ele geçmiştir. Öte yandan, İ.Ö. 334 yılında İskender geldiğinde, kentte bir Pers garnizonu bulunmaktaydı. Miletos İskender’e karşı koyan kentler içinde ilk sırayı aldı. İskender ivedilikle kuşatmaya girişti, gemileri kente yardıma gelen bir Pers filosunu etkisiz kıldı. Miletos şiddetli bir saldırıya uğramıştı.

Kent, Helenistik Dönem’de sırasıyla Antigonos, Lysimakhos, Suriyeli Seleukoslar, Mısırlı Ptolemaioslar, Pergamonlu Attaloslar ve nihayet Romalıların egemenliği altına girerek bu evre için olağan iniş ve çıkışları yaşadı. Asia eyaleti bünyesinde Miletos diğerleri gibi zengin ve refah içinde, bir “özgür” kentti; bir çok güzel yapı ile donatılmıştı. Ama Maiandros’un biriktirdiği mil, kenti giderek daha tehlikeli bir boyutta tehdit ediyordu. İ.S.4. yüzyıl dolaylarında kıyı şeridi Miletos Burnu’nu geride bıraktı, kısa bir süre sonra da Lade bir ada olmaktan çıktı. Derken, sivrisinekler istila etti Miletos’u. Bir zamanların görkemli kenti adım adım , sıtmadan mustarip Balat Köyü’ne dönüşecekti.

Son kazılar Miletos’taki en erken yerleşmeyi, başka bir deyişle Yunan – öncesi döneme ait yerleşmeyi bir ölçüde aydınlatmıştır. Söz konusu yerleşmenin, bilinen ören yerinin güneybatısındaki düzlükte bulunduğu ve İ.Ö. 1600 dolaylarına, yani Minos ve Myken Çağı’na dayandığı anlaşılmıştır. Burada ele geçen azımsanamayacak miktarda Girit keramiği, Miletos’un Giritlilerce kurulduğunu dile getiren söylenceyi desteklemektedir. Eğer bu gerçekten doğru ise yerleşme bir ticaret merkezi değil – çünkü yukarıda da belirtildiği gibi Miletos’un kara bağlantıları zayıftır – doğuya giden yol üstündeki bir uğrak limanı olarak kurulmuştur.İ.Ö. 14. yüzyılda Girit’te Minos gücü silinirken Miletos’taki yerleşme, kalınlığı 4.27 m. yi aşan masif bir duvar ile çevrelenmiştir. Bu durum; belki yerleşmenin, Giritlilerin ellerinden Anadolulu bir kral soyuna, bir başka deyişle Troia Savaşı’na katılmış, “kaba ir dil konuşan Karialılar”ın atalarına geçtiği biçiminde yorumlanabilir.

Bunu izleyen olaylar henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşturulmamıştır. Büyük sur uzun süre ayakta kalmamış, bir zaman sonra Yunan kolonistleri arkaik Athena Tapınağı’nı doğrudan sur kalıntıları üzerine inşa etmişlerdir. İ.Ö. 800 dolaylarında ise Miletos ören yerinin yaklaşık 3.22 km. güneybatısında, bugün Kalabak Tepe adı verilen tepe üzerinde savunmalı bir yerleşme kurulmuştur. Hafirler, Kalabak Tepe’nin eski Akropolisi oluşturmadığı görüşündedirler. Aslında, arkaik kentin konumu da henüz kesin bir biçimde belirlenmemiştir. Kazılarda saptanan kesin yangın izlerinden anlaşıldığına göre İ.Ö. 494 yılında Miletos, Persler tarafından tahrip edilinceye dek, Yunan – öncesi yerleşme alanında yaşam sürmüştür. Ancak geniş çaplı bir temizlemeye girişilmediğinden, buranın Thales ile Hekataios’un yaşadıkları kent olup olmadığı şimdilik bilinememektedir. Kalabak Tepe 1904-1908 yılları arasında kazılmış 3.66m. kalınlığında güçlü duvarlar ile kapıların yanı sıra konutlara ilişkin çeşitli temel kalıntıları ve küçük bir tapınak gün ışığına çıkarılmıştır. Ne var ki şimdi bunların tümünü görmek mümkün değildir. Çanak – çömlek parçaları, tepede İ.Ö. 8. yüzyıl dolaylarından İ.Ö. 494’teki Pers istilasına dek oturulduğunu ve bu tarihten sonra da tam anlamıyla terk edilmediğini ortaya koymaktadır.

Daha sonraki kentin büyük kalıntıları, görkemli tiyatronun gölgesi altında silikleşir. Günümüze gelen yapı aynı konumdaki öncülünün yerini almak üzere, İ.S.100 yılı çevresinde inşa edilmiştir. Nasıl Priene mevcut tiyatro yapıları içinde en iyi Hellenistik örneğini sunuyorsa, hiç kuşkusuz Miletos da Yunan-Roma tipini en güzel şekilde gözler önüne serer.Sahne yapısı genel formu açısından Ephesos’takine benzer. Cavea, Roma Dönemi tiyatroları için tipik, yarım daire biçimde yapılmıştır.Oturma yerleri ilk diazomaya kadar tümüyle korunagelmiştir. Bunların altındaki tonozlu geçitler, tonozlar ve vomitoriumlar da çok iyi durumdadır. “Loca” işlevli prohedriaya yalnızca iki paye ile belirginlik kazandırılmıştır. Üçüncü sıradan başlayıp, altıncıya dek devam eden öndeki bazı oturma yerlerinde, belirli kişi ya da topluluklar için ayrıldıklarını belirten birtakım yazıtlar vardır: Beşinci sırada “Tanrı Korkusu Taşıyanlar adı da verilen Yahudilerin yeri”, üçüncü sırada “Mavilerden kuyumcuların yeri” gibi-burada Bizans tarihinden tanıdığımız Maviler ve Yeşiller hiziplerinden biri kastedilmektedir. Üst diazomanın batı ucundaki merdivenlerin yukarısında ise tiyatronun yapımı sırasında meydana gelen bir iş anlaşmazlığına ilişkin ilginç bir yazıta rastlanmaktadır. Yazıttan anlaşıldığına göre çalışanlar,-bunlar olasılıkla köle değil, özgür kişilerdi-sözleşmedeki bazı maddelerden şikayetçi olmuş ve işi bırakarak, başka bir yerde çalışacaklarını duyurmuşlardır.Sorunun bir arabulucuya iletilmesine karar verilir. Arabulucu, Didyma Apollonu’dur. Apollon yapı tekniklerinden en uygun biçimde yararlanılmasını, yetenekli bir uzmana danışılmasını ve Athena ile Herakles’e kurban sunulmasını heksametron vezinle öğütler. Bu sözler, “Size işi en ekonomik biçimde yürütmenizi öğretecek birini bulun, yeterince para kazanabileceğinizi göreceksiniz” anlamına gelmektedir. Tiyatro inşaatında çalışanlar yevmiye karşılığında emek veren birer işçi değildi. Antik çağda yaygınlıkla gördüğümüz gibi, burada da işin tümünü üstlenen ve parça başı ücret alan bir grup usta söz konusuydu. (Olasılıkla) kendi yetersizlikleri yüzünden, işi kazançsız bulmuş ve sözleşmeyi bozmayı düşünmüşlerdi. Olay antik çağın, modern anlamda greve en çok yaklaştığı anlardan biridir. Apollon’un öğüdü başarıyla uygulanmış olmalıdır, yoksa bir yazıt ile belgelenmezdi.
Kent merkezi, tiyatronun doğusundaki düzlüktedir. Bu alçak alan her kış sel altında kalır.Didyma’daki büyük tapınak sayılmazsa Miletos’un en önemli kutsal yeri, Delphinion ya da Apollon Delphinios Kutsal Alanı idi. Onun da geçmişi çok eskilere gidiyordu. Kült, ilk İon göçmenlerince Atina’dan getirilmiştir.Delphinion’da ele geçen yazıtlar içinde İ.Ö. 6. yüzyıla tarihlenenler vardır. Bunlar olasılıkla ilk yerleşmeden taşınmıştır.Birisi avlunun güney yanındaki duvara örülmüştür. Delphinios adı, “yunus” anlamına gelen Yunanca sözcükten türemiştir, yani Delphoi adını açıklamaya çalışan eski bir söylenceye göre tapınağı için rahiplere gereksinim duyan Apollon ufukta bir Girit gemisi görmüş ve bir yunus biçimine girerek gemicileri tapınağın olduğu yere getirmiştir.Günümüzdeki kalıntılar Hellenistik Dönem’de yapılıp, Roma Dönemi’nde değişiklikler geçiren yapıya aittir. Yoğunlukla kullanılan pembemsi taşlar, yapıya özgün bir görünüm kazanmaktadır. Kazılar sırasında ortaya çıkarılan yaklaşık 200 yazıt kentin tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.
İ.Ö.175 ve 164 tarihleri arasında inşa edilen bouleuterion, yani senato binası Miletos’tan günümüze ulaşan en eski yapılardan biridir. Oldukça iyi koruna gelmiş, yarım daire biçiminde bir toplantı salonu ile çok hasar görmüş bir ön avludan oluşur. Ön avlunun ortasında dikdörtgen biçimli bir yapının temelleri ortaya çıkarılmıştır. Son araştırmalar bu yapının Roma Dönemi’nde Miletos gibi bir kentin yerel hükümeti ile yurttaşların imparatora karşı duymak ve imparator kültü bağlamındaki tapım ve törenlerle kesin kurallara oturtmak zorunda oldukları sadakat arasında sıkı ilişkiler bulunduğunu göstermektedir.
Senato binasının karşısında kente su dağıtımını sağlayan nymphaion vardır. Ancak mevcut kalıntılar bir zamanlar güzel ve zengin bir görünüm sergilediği anlaşılan bu yapıyı yeterince tanıtacak düzeyde değildir. Bugün göze çarpan kemerli üç nişin üzerinde, yapıya arkadan ulaşan su kemerinin beslediği iki su deposunun yer aldığı anlaşılır.Bu depolarda biriken su hem kanallarla kentin çeşitli yerlerine dağıtılmış hem de nymphaionun önündeki büyük havuzda toplanmıştır. Havuz geride sütunlar, nişler ve heykellerle süslenmiş üç katlı bir cephe, iki yanda da iki katlı sütunlu galeriler ile sınırlanmıştır. Zengin süsleme, kazıda ortaya çıkarılan bazı parçalar dışında, yok olmuştur.
Tiyatronun yanı sıra Miletos’taki en iyi korunmuş yapılardan biri de Faustina Hamamlarıdır. Söz konusu Faustina, bu adı taşıyan iki imparatoriçe içinde, Genç sıfatıyla nitelenen Faustina olmalıdır. İmparator Marcus Aurelius’un eşi, başkalarının parasını savurganca harcamasıyla ünlüdür. Miletos’taki Faustina Hamamları, Roma tarzında hamamların eklendiği bir gymnasion ile yanındaki stadiondan oluşan bir komplekstir. Bu kitabın kaleme alındığı sırada bir tarla durumunda olan palaestranın doğusundan yapının ana bölümüne girilir. Kuzey-güney doğrultulu, ince uzun ir plan gösteren bu bölümün iki yanı boyunca küçük mekanlar sıralanmakta, kuzey ucu ise apsisli bir salon ile sona ermektedir. 1 no.lu salonda Apollon ve Mousaları betimleyen heykeller ortaya çıkarılmıştır. Bu durumda buranın bir ders ya da konferans salonu olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. 2 no.lu kısımdaki küçük mekanlar ise belki küçük birer derslik ya da tartışma yeridir. Güney uçtakiler hamama girmek isteyenlerin giyinip soyunmalarına yaramış olabilir. 1 ve 2 no.lu bölümler birlikte ele alındığında, Ephesos’taki Çift Kilisesi’nin öncülü olan Mouseion ile benzerlik hemen göze çarpacaktır.

Bu bölümü doğu ve güneyden sınırlayan hamamlar alışılageldiği üzere, çeşitli derecelerde ısıtılmış bir dizi odadan oluşur. Benzer bir uygulama Roma hamamlarının ardılı sayabileceğimiz Türk hamamlarında da karşımıza çıkmaktadır. Planda 3 no.lu mekan soğuk su ile dolu basit bir havuzu içerir. Havuzun bir kenarında, bir dirseğine dayanarak uzanmış bir nehir tanrısı, büyük bir olasılıkla Maiandros heykeli, öbür kenarında da mermer bir aslan heykeli vardır. Su, tanrı heykelinin kaidesinden ve aslan figürünün ağzından havuza akıtılmıştır. İyi korunmuş frigidariumda, heykeller de orijinal konumlarında kalabilmiştir. Mekanın güneyinde daha küçük bir frigidarium bulunmaktadır. Diğerleri içinde en ılık olan bölüm, tepidariumdur. Doğu kenardaki sıcak su havuzu, mekanı bir ölçüde ısıtır. 5 ve 5a no.lu mekanlar ise sıcaklığı, yani caldariumu oluşturur. Caldarium, hypokaust sistemi ile ısıtmıştır: Mekanın tabanı yaklaşık 75 cm. yüksekliğinde ayaklar üzerine oturtulmuş ve böylelikle aşağıda oluşan boşluğa, yan taraftaki külhandan çıkan sıcak havanın dolması sağlanmıştır. Caldarium duvarlarındaki nişler arasında bulunan künkler de sıcak hava dolaşımı ile mekanın ısıtılmasına yarar. En sıcak bölüm, hamama gelenlerin ter atıkları sudatoriumdur. Burada sıcak hava dolaşımını sağlayan künkler tüm duvarlar boyunca kesintisiz bir biçimde devam ettirilmiştir. Sudatoriumun kuzey yanı daha sonra bir havuza dönüştürülmüş, burada yıkananların 4 no.lu soğukluğa geçip, bir soğuk banyo aldıktan sonra hamamdan çıkmalarına olanak verilmiştir.








Dilek yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Aydın ili sınırları içinde 27.675 hektarlık bir alana sahiptir. Bu alanın 10.985 hektarı 1966 yılında Milli Park ilan edilen Dilek Yarımadası ’na aittir. Yarımadanın güneyine bitişik Büyük Menderes Delta sı 1994 yılında Milli Park’a eklenmiş olup; 16.690 hektar büyüklüğündedir.

Samsun Dağı’nın Ege Denizi’ne doğru uzantısıyla şekillenen, 20 km uzunluğunda ve ortalama 6 km genişliğinde olan Dilek Yarımadası’nın jeolojik yapısı, Paleozoik şist ler, Mezozoik kalkerler ve mermer ler ile Neojen tortul kütlelerden meydana gelmiştir. Yarımada kumlu, killi, yatık ve yüksek kıyı şekillerini içeren plajlarıyla ilgi çekici kıyı özelliklerine sahiptir. Morfolojik yapısı içinde birçok tepe, vadi, kanyon ve koy bulunmaktadır. Ortalama yüksekliği 650 m olan yarımadanın en yüksek yeri Dilektepe (Mykale) 1237 m’dir ve yarımada adını bu tepeden alır.

Gerek Dilek Yarımadası’nın, gerekse de Büyük Menderes Deltası’nın barındırdığı farklı ve çeşitli fiziksel özellikler bitki örtüsünün de kısa mesafeler içerisinde farklı ve çeşitli olmasına yol açmaktadır. Milli Park florasında 95 familyaya ait; tür, alttür ve varyete düzeyinde 804 adet bitki belirlenmiştir. Bu bitkilerden 6 adedi Dünya’ da sadece burada görülen (endemik) türlerdir. Bunlarla birlikte Türkiye için endemik olan 31 adet bitki türü vardır. Akdeniz Maki Florası’nın hemen hemen bütün bitki türlerinin en canlı ve sağlıklı örnekleri yer almaktadır. Dilek Yarımadası, Kuzey Anadolu ormanlık yörelerine özgü Anadolu kestanesi (Castanea sativa)’nin en güneye indiği, Adaçayı’nın Ege Bölgesi ’nde görülebildiği, ülkemizde birkaç yerde bulunan Kartopu (Viburnum tinus)’nun, Finike ardıcı 'nın (Juniperus phoenicia), Melez pırnal meşesi 'nin (Quercus ilex & coccifera)ve Dallı servi'nin (Cupressus sempervirens var.horizontalis)küçük orman toplulukları meydana getirerek yetiştiği tek yerdir. Başka deyişle, Milli Park, Akdeniz’den Karadeniz’e kadar tüm Anadolu’da varolan bitki türlerinin doğal olarak bir arada görüldüğü bir doğa müzesi olma özelliğini taşımaktadır. Bu çeşitlilik nedeniyle Dilek Yarımadası, Avrupa Konseyi tarafından Avrupa Biogenetik Rezervleri Şeması ’nda ‘Flora Biogenetik Rezerv Alanı’ kabul edilmiştir.

Dilek Yarımadası 36 tür memeli, 42 tür sürüngen ve 45 tür deniz canlısına evsahipliği yapmaktadır. Yunus ların ve deniz kaplumbağaları nın özgürce dolaştığı bu ortam içinde, türlü alg ler, ahtapot ailesinden kafadanbacaklılar, deniz kestaneleri ve deniz yıldızları, sünger ler ve pek çok balık türü yaşar. Sarpa, İskaroz, Papazbalığı, Karagöz, Melanur, Lapin, Mırmır, Sargoz, Hanoz, İskorpit, Kefal, Çipura bu balıklardan bazılarıdır. 1998 yılında Kavaklıburun koyu sahilinde karaya vuran, Akdeniz'de yaşayan bir tür olan Uzun balina (Baleoneptera phiselus linnea)’nın 14 metre boyundaki karkası Milli Park sahillerinin enderde olsa balinalara ev sahipliği yaptığını ortaya çıkarmıştır. Ayrıca yarımada, nesli tükenmiş ya da tükenmek üzere olan Anadolu parsı (Panthera pardus tulliana)’nın batıda yaşadığı son noktadır. Dünya’nın en nadir 10 adet deniz memelisinden biri olan Akdeniz Foku (Monachus monachus)’da yarımada kıyılarında yaşamaktadır. Yabandomuzu (Sus scrofa), Karakulak (Caracal), Vaşak (Lynx), Çakal (Canis aureus), Sırtlan (Hyaena), doğaya terkedilmiş, yabanileşmiş sığırlar ve atlar ile birçok hayvan türü yarımada faunasında bulunmaktadır.

Yarımadanın hemen güneyinde bulunan Büyük Menderes Deltası’nın en önemli su kaynağı, 584 km. uzunluğundaki Büyük Menderes Nehri’dir. Delta, morfolojik gelişimin hızlı olduğu ağız kısmında, bu gelişim sürecinin ürünü olan birçok lagün ile tuzcul bataklıklar ve çamur düzlüklerini kapsayan taşkın özelliğinde sulak alandır. Bu alan içerdiği biyolojik çeşitlilikten, nesli tükenmek üzere olan canlılardan ve endemik türlerden dolayı uluslar arası öneme sahiptir ve uluslar arası Ramsar, Bern ve Rio Sözleşmeleri ile Barselona Konvansiyonu ile korunmaktadır.

Deltada 255 adet kuş türünün yaşadığı ve bunlardan 70 adedinin ürediği belirlenmiştir. Nesli tehdit altında olan Cüce karabatak (Phalacrocorax pygmeus), dünyada toplam sayıları 3000 çift olduğu tahmin edilen Tepeli pelikan (Pelecanus crispus), Küçük akbalıkçıl (Egretta garzetta), Küçük kerkenez (Falco naumanni) ve Akkuyruklu kartal (Haliaeetus alblcilla) deltada üreyen önemli kuş türleri arasındadır.

MÖ 9.yüzyılda 12 İyon kentinin kutsal toplanma merkezi olan Panionion, antik Thebai kenti, Ayayorgi Manastırı, tarihi Doğanbey köyü (Domatia) ile Karine Manastırı, Hagios Antonios Manastırı, Melia antik kenti, Lade adası ve Zeus mağarası’da Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı sınırları içerisindedir.

Dilek Yarımadası – Büyük Menderes Deltası Milli Parkı sahilleri, Türkiye’nin yapılaşmanın olmadığı, en temiz ve doğal kıyılarındandır. Milli Park’a gelen yerli ve yabancı ziyaretçiler, düzenlenmiş alanlarda günübirlik olarak; 2004 yılı uluslar arası Mavi Bayrak ödüllü koylarında Deniz Sporları yapabilecekleri gibi, Doğa Yürüyüşü, Kaya Tırmanışı, Dağ Bisikleti, Foto Safari, Manzara İzleme, Olta Balıkçılığı, Kültürel Yürüyüşler, Kuş Gözlemciliği, At Safari, Motosiklet Safari ve Botanik Turu etkinliklerini de yapabilirler.

Milli Park sınırları içerisindeki eski Doğanbey Köyü, 1924 yılındaki nüfus mübadelesi ne kadar Rum halkı tarafından Domatia adıyla iskan edilmiş, daha sonra bir Türk köyü halini almıştır. Aydın ilinin Söke ilçesine bağlı tarihi Priene kenti ile Güllübahçe yolunun ilerisinde Tuzburgaz ve Atburgaz köylerinin hemen ardında yer alan bölgedeki son yerleşim yeridir. Samsun (Mykale) Dağları'nın güney yamacına dayalı, milli parkın delta alanına yukarıdan bakan Doğanbey, 1800 yıllarında padişah fermanıyla adalardan getirtilerek burada iskan edilmiş Rumların ve mimarisinin en güzel örneklerini sergileyen bir açık hava müzesi gibidir. Köy alanında orijinal tarihi yapılar ile Şapel ve Kilise bulunmaktadır. Doğanbey'de bulunan ve 1890'da inşa edilerek önce hastane sonra okul, ardından da hayvan barınağı olarak kullanılan 115 yıllık bina restore edilerek, 2004 yılı Temmuz ayında Ziyaretçi Tanıtım Merkezi olarak hizmet vermeye başlamıştır. Ziyaretçi Tanıtım Merkezi’nin içinde bulunduğu Eski Doğanbey Köyü, antik çağlardan günümüze uzanan bir geçmişe sahiptir. M.Ö. 7.yy'dan günümüze uzanan bir geçmişe sahip olan Doğanbey çevresinde, eski Gümrük binalarının olduğu Karina, antik yerleşim Tebai, Lade adası ve Şorlak şelalesi bulunmaktadır.
MAİANDROS/MENDERES Deltası'nın içindeki diğer kentler, GELEBEÇ'teki PRİENE, BALAT'daki MİLETOS, LADE ADASI/BATMAZ TEPESİ, Daha güneyde MİLET'E bağlı DİDYMA APOLLON TAPINAĞI, LATMOS HERAKLEİA'sı/BAFA GÖLÜ, KAPIKIRI KÖYÜ, İONİAPOLİS/BATMAZ GÖLÜ ve MYOUS'tur.
Milli Park sınırları içinde ayrıca Anadolu sahillerinin bir Ege adasına (Sisam) (Samos) en yakınına vardığı nokta olan Dilek burnu yer almaktadır (Sisam'dan uzaklığı yaklaşık 1500 metre)









Menderes nehrinin denize döküldüğü yerde, nehrin yatak değiştirmesi ve taşıdığı alüvyonların eski koy ve körfezlerin önüne tıkayarak denizden ayırması sonucunda irili ufaklı pek çok göl ve lagün oluşmuştur. Bir kısım Söke ovasını taşkından koruma çalışmaları sırasında kurutulduğu için sadece kış ve ilkbahar mevsimlerinde su bulundurabilen bu göller sırasıyla; Serçin köyü batısındaki Yazır Gölü, Sarıkamer Köyü güneyindeki Karagöl, Azap Köyünün kuzeybatısındaki Afşar ve Azap Gölleri, Emirler Köyü güneyindeki Karacahayat Gölü ve Menderes deltasında yer alan lagünlerle birlikte bölgenin en önemli sulak alanlarından olan Bafa gölüdür.

Bafa gölü kuş varlığı yönünden tek başına bile A sınıfı niteliğe sahip olmasına rağmen, ekolojik olarak Menderes deltasının bir parçası olduğu için birlikte ele alınmıştır.

Büyük Menderes Deltası

Koruma Statüsü: Deltanın 16.675 hektarlık kısmı 8.7.1994 de Dilek Yarımadası Milli Parkı sınırlarına dahil edilerek koruma altına alınmıştır.

Coğrafi Koordinatları: 37o 34’ Kuzey- 27o13’ Doğu

Menderes Deltası sulak alan ekosistemi, Ege Bölgesinde Menderes nehrinni denize döküldüğü yerde, nehrin taşıdığı alüvyonlar, deniz hareketlerinin oluşturduğu lagünler ve taşkın ovalardan oluşmaktadır.

İdari olarak Aydın ili sınırları içerisindedir.

Deltada yer alan lagünler (Karine Lagünü, Mavi Göl, Derin Göl, Kara Göl) arasında kuş varlığı ve yaban hayatı yönünden en önemlisi yaklaşık 2100 hektar büyüklüğündeki Karine Lagünüdür (Dil gölü).

İnce-uzun bir kordonla denizden ayrılan lagünün kuzeyden denizle bağlantısı vardır. Derinliği ortalama 1 m. civarındadır.

Delta ağzı ve çevresindeki topraklarda tuzluluk oranı fazla olduğu için bitki örtüsü zayıftır. Yer yer tuzcul bitkiler bulunmaktadır

Menderes nehri ve kanallar boyunca, sazlar, kamışlar, hasırotu ve ılgınlar mevcuttur. Kuzeydeki tatlı su kaynaklarının bulunduğu yerlerde geniş sazlıklar, bataklıklar ve sulak çayırlar yer almaktadır.

Lagünler, Menderes nehrinin ve denizin etkisi altındadır. Kış mevsiminde, yağışların ve Menderes nehrinin etkisiyle tuzluk azalmakta, yaz sonlarında ise buharlaşmanın etkisiyle Ege Denizinden daha tuzlu olabilmektedir.

Ekolojik yönden orta gıdalı bir sulak alandır.

Karine lagünü Ege Bölgesini en önemli dalyanlarından biridir. Balıkçılık yöre halkının temel geçim kaynağı olup, başta kefal, sazan, çipura, barbun çıran ve yayın balığı bulunmaktadır. Lagünlerin sığ ve zengin tatlı su kaynaklarına sahip olması, kuşlar için olduğu kadar değer canlıların ve balıkların üremesi ve beslenmesi için de ideal ortamlar oluşturmaktadır.

Ege Bölgesindeki balık çiftliklerin yavru balık ihtiyacının tamamına yakını Menderes deltasındaki lagünlerden karşılanmaktadır.

Delta, ılıman iklimin koşulların, değişik özelliklerdeki zengin habitatları ile çok sayıda kuşa kuluçka imkanı sağlamakta göç esnasında konaklayan ve kışlayan kuşlar için cazip bir ortam oluşturmaktadır.

Yapılan gözlemler sonucunda, delta ve çevresinde 208 kuş türü tespit edilmiştir. Bu türlerden 68’i delta ve çevresinde kuluçkaya yatmaktadır. Sayıları yıllara göre 50.000 ile 100.000 arasında değişen sukuşu deltayı üreme, beslenme ve kışlama amacıyla kullanmaktadır. Tüm dünyada nesli tehlikede olan ve sadece 2000 birey civarında kaldığı tahmin edilen Tepeli pelikanın dünyadaki üçüncü büyük kolonisi burada kuluçkaya yatmaktadır.